26 Mayıs 2009 Salı

Le premier jour du reste de ta vie / The First Day of the Rest of Your Life


Tesadüf eseri buldum filmi ve izlemeye başlayıp daha ilk dakikasında Deborah François ismini okuyunca şok oldum. Hemen kendisinin IMDB sayfasına girdim ve baktım, meğersem ben bu filmi aramışım ya da arama motorları oyun oynuyor bana. Hem güzel bir film izlemiş oldum hemde Deborah'ı izlemiş oldum, çok mutluyum resmen. Yönetmeni ve senaristi Remi Bezançon, oyuncuları tanımıyorum ama pek yabancı gelmiyorlar bana(hele o ortanca kardeş). Fransız filmleri genelde durgun olur gibi bir görüş yerlemiş kafamda, bu filmle biraz biraz vazgeçmeye başladım sanki o düşünceden.


Aslında anlatılacak bir konusu yok filmin. Bir aileyi anlatıyor diyebiliriz kısaca, belli bir olay üstüne değil, aileye yoğunlaşmış. Belirli zamanlardaki ailenin durmunu izlettiriyor bize. 1988'de başlıyor film ve biraz izlettirip birkaç yıl atlaya atlaya 2004'e kadar geliyor. Her bölümün ana karakteri ailenin başka bir üyesi oluyor. Yeri gelmişken söyleyeyim 5 kişilik bir aile bu. 2 erkek, 1 kız çocuk ve anne, babadan oluşuyor. Yani 5 parçadan oluşuyor film. Her bölümde bir karakter üzerinden yola çıkarak ailenin üyelerinin birbirleri arasındaki ilişkilerini konu alıyor. Baba taksicilik yapıyor, 'kafa' biri olarak tanımlanabilir, anne çocuklarına hem düşkün hem değil, tabiki onları çok seviyor ama fazla göz önünde değil bu sevgi. Erkek kardeşlerden biri(büyük) doktor, bir diğeri hayali gitarist, ve kızda alternatif rockçı. Bunların hepsini bir eve toplayınca eğlenceli sahneler çıkmış ortaya.


Senaryo açısından bence gayet başarılı olmuş film ama en başarılı olduğu konu oyunculuklar bana kalırsa. Zaten bu tarz filmlerde üstüne düşülmesi gereken konu oyunculuktur benceve herkes altından çok iyi kalkmış, belki ortanca kardeş çok iyi olmayabilir ama kötü denmez. Herkesin bu iyi oyunculukları karakterlerle özdeşleşmeyi kolaylaştırıyor, onlarla sevinip, üzülüyor ya da kızıyorsunuz, aile içinde taraf oluyorsunuz. Deborah bu filmle beraber en iyi "newcomer" ödülü almış Cesar'dan. 2006'dan 2009'a kadar 3 kere aynı(newcomer) ödüle aday gösterilmesi hafif hakaret gibi ama en azından bu sene ödülü vermişler kendisine, artık en iyi kadına aday yaparlarsa yaparlar herhalde. Film hakkında bahsedilebilecek bir diğer şey müziğin çok yoğun kullanılması olabilir. Karakterlerinde müzikle araları çok iyi olunca, çok güzel şarkılar duymak mümkün olmuş filmde. Filmin girişi ise ayrı güzeldi benim için, insanı filme hazırlıyor sanki. "Böyle böyle bir film izleyeceksin hazır ol" diyor gibiydi, çok sevdim. İlk yarısı çok eğlenceli, 2. yarısı ilk yarıya oranla daha duygusal bir film ama neşesi hiç eksik olmuyor, 'feel good movie' olmuş resmen.

Ek: kafama takıldı nerden tanıyorum diye, girdim baktım hepsine ortanca kardeş C.R.A.Z.Y'de oynayan elemanmış meğersem.

Read more...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Dzien Swira / The Day of the Freak


Marek Koterski'nin 2002 yapımı filmi. Büyük ihtimalle izlediğim ilk Polonya filmi. Ulusal festivallerden eli boş dönmemiş ama uluslararsı bir başarısı yok. Filmin adı eğer ingilizce çeviri başarılıysa çok iyi uymuş filme. Tam anlamıyla bir kaçığın gününü anlatıyor film. Her şeyi özenle yapan, kimseyi sevmeyen, güvenmeyen bir adamın hikayesi. 7 rakamına takmış, planlarını saat başlarında, en olmadı buçuklarda yapan biri, bildiğin sorunlu yani. Hoş, bazı yaptığı hareketleri "oha aynısını bende yapıyorum lan" diyerek izledim ama onun her şeyi biraz abartı. Bu adamın hayatını anlatırken topluma birkaç laf, politikacılara birkaç laf atıveriyor ayaküstü. Bilmiyorum benim ruh halimden mi ama sevemedim ben bu filmi IMDB puanına bakarsak çoğu kişi sevmiş ama. İlk 15 dakikasından sonra adamın hiçbir ilginç yönü kalmadı benim açımdan, tekrara düşmeye başladı ve beni kaybetti. Farklı olunmak istenmiş o belli ama bence çokta başarılı olunmamış. Malesef vasat. Adam çok iyi oynamış, o ayrı.

Read more...

Bikur Ha-Tizmoret / The Band's Visit


Küçücük ama bir o kadar sevimli, Eran Kolirin'in bol ödüllü filmi. Bol derken 40 ödül ve 9 adaylıktan bahsediyorum, ki bu sadece IMDB'ye yansımış olanlar. Ödüllerinin içinde Cannes'dan "Un Certain Regard - Jury Coup de Coeur" yani "Belirli bir bakış" ödülüde bulunuyor. Ortadoğu sineması son zamanlarda oldukça yükselişte, önemli festivallerden büyük ödüllerle dönüyorlar genelde. Çok iyi politik filmler yapsalarda, ben en çok bu küçük bütçeli filmlerini seviyorum oraların. 'Bikur Ha-Tizmoret' o tarz filmlerin çok çok iyi bir örneği.


Film başlarken, hikayenin büyük bir kısmını ana hatlarıyla anlatıyor zaten. Bir kerede ben anlatayım. Mısır Polis Bandosu bir açılış için İsrail'e gelmiştir fakat havaalanında onları kimse karşılamamıştır. Burda 2 ihtimal var, ya unuttular ya da hiç alakadar olmadılar. Bu bandonun disiplinli, sorumluluk sahibi, sert şefi Tawfig Zacharya kendi işlerini kendilerinin görmesi gerektiğini buyurur ve ellerindeki adrese giden otobüs aramaya başlarlar. Otobüs sormak için giden Haled, gördüğü kızı tavlamaya çalışırken isimleri karıştırınca farklı bir kasabada bulurlar kendilerini. Tekrar bir otobüs bulmak için girdikleri şehirde karşılaştıkları Dina'dan en erken otobüsün bir sonraki gün olduğunu öğrenince geceyi mecburen orada geçirirler. Film bandonun o kasabada kaldığı gecede, onların ve onları misafir edenlerin hayatlarını anlatıyor bize. 2 kültür arasındaki farklara ve kuşaklar arasındaki farklara değiniyor genelde ve daha tadını çıkaramadan bitiyor ne yazık ki.


Toplam süresi yaklaşık olarak 90 dakika, bunun başı, sonuda var, yani 80 dakikalık bir şey. Belki bu filmleri güzel yapan şeylerden biri kısa olmaları ama yinede daha fazlasını istemeden edemiyor insan. Aslında öyle inanılmaz bir senaryosu, inanılmaz farklı karakterleri falan yok filmin. Tahmin edilebilir, genelde kullanılan şeylerden oluşuyor film ama bunları öyle bir birleştiriyor ki, tadından yenmiyor harbiden. Karakterlere yöneliyor genelde film, onlar üzerinden anlatıyor her şeyi, farklarını koyuyor ortaya ve çokta başarılı yapıyor bunu. Duygusal sahneler, diğer sahnelere çok iyi yedirilmiş, hiç aşırıya kaçmamış. Arada bizi biraz üzsede genelinde yüzünüzde bir gülümsemeyle izliyorsunuz filmi. Kahkalar attığım sahnelerde yok değil hani.

Birde yönetmen nasıl anlatmış derseniz diye

"bir zamanlar, ama çok eskiden değil, mısırlı küçük bir polis bandosu israil'e gelmiş. bir açılış töreninde çalacaklarmış, ama ister bürokrasi yüzünden deyin, ister talihsizlikten, havaalanında onları kimse karşılamayınca kendi başlarına kalakalmışlar. başlarının çaresine bakmaya çalışınca kendilerini çölün ortasında, kuş uçmaz, kervan geçmez, küçük bir israil kasabasında buluvermişler. kayıp bir kasabada kaybolmuş bir bando. bu hikâyeyi hatırlayan fazla kimse yokmuş. çünkü zaten pek de önemli değilmiş."

Read more...

24 Mayıs 2009 Pazar

Jolene


E.L. Doctorow kitabı yazmış, Dennis Yares senaryolaştırmış kitabı ve Dan Ireland da yönetmenliğini yapmış. Birsürü oyuncu oynamış ama başrolde bence daha çok adını duyacağımız Jessica Chastain var. Yukarıda görüldüğü gibi afişi gayet kötü ama film için kötü denmez. Bir arada kalmışlık var ama kötü değil kesinlikle.'Osmanlı Cumhuriyeti'ni izleyen bilir, film güldüreyim mi, duygusala mı bağlayayım derken kafayı yemişti. İşte 'Jolene' de aynen öyle olmuş.

Hiç akrabası yok Jolene'in, küçüklükten beri verildiği ailelerde de, diğer yerlerde de hep tacize/tecavüze uğramış. Bunlardan kurtulmak için daha 15 yaşında evleniyor. Sevmiyor aslında onu ama rahat bir hayat sürmek için evleniyor onunla. Planları pek yolunda gitmiyor ama ne yazık ki Jolene'in. Önce kocasının amcası olmak üzere, bir çok kişi farklı yerlerde dayanamıyor Jolene'in güzelliği karşısında. Orası olmayınca, kalkıp başka yere gidiyor. Fırtına gibi esiyor biraz, geçtiği yerleri yıkıyor, kendide aşınıyor ama bu süreçte. Aklı başına geliyor bazen, bu sefer yapmayacağım diyor ama huylu huyundan vazgeçmiyor malesef. Her gittiği yerde evlenmiş ya da biriyle beraber yaşıyor olarak buluyor kendini. İşte filmde Jolene'in düzgün bir hayat kurma, güzelce yaşayıp, resim yapacağı bir hayat kurmaya çalışırken yaşadıkları anlatıyor.


Fİlm öyle bir başlıyor ki, absürd komedi bir film izleyeceğimi sandım baştan. Abartılı, garip karakterler, yükses sesli, garip aksanlı konuşmalar, abartılı oyunculuklar vardı en başında ama beklenmedik bir şekilde ciddileşmeye başlıyor film. Ciddi devame derken birden absürdlüğe vurup, sonra tekrar ciddileşiyor. Yönetmen ne yapacağına karar verememiş bir türlü malesef, ve buda filmi bayaa bi' aşağıya çekmiş bence. Kadın'ın toplumdaki yerini anlatmaya soyunmuş o belli, ama bunu daha özgün bir biçimde daha keskin bir biçimde yapabilirdi. Herkese oynamış aslında biraz, her türlü izleyici bir şeyler bulsun istemiş ama en azından senarist böyle yapmasaydı demedende geçemiyeceğim. Filmi ayakta tutan ise başroldeki kızın( Jessica Chastain) yabana atılmayacak performansı. Onun dışındaki oyunculardan öyle ayakta alkışlancak performans sergileyeni yok belki ama kötü olanıda yok(şişman garsonu çıkarırsak). Asıl anlatmak istediği konu için saygı duyulası ama onun gerisinde pekte bir şey yok.

Read more...

Dikkenek


Buraya yazsam mı yazmasam mı karar veremedim baştan ama yazayım gitsin dedim, diyorum. Türkçe altyazıyı geçtim, ingilizce altyazısı bile yok doğru düzgün ne yazık ki. Fransızca kursuna 2 ders gidip bırakmanın acısını çektim resmen filmi izlerken, basit kelimeleri yakalayıp 10 dakikada bir kayan altyazıyı ayarlamaya çalışırken filmden bir şey anlamadım valla. Olivier Van Hoofstadt yapmış yönetmenliğini, kendisini tanımasamda taş...lı biri olduğunu düşünmemek elde değil. Oyuncu kadrosu inanılmaz iyi, Jeremie Renier, Marion Cotillard, Melanie Laurent( ki filmi izleme sebebim olur), ve Dominique Pinon bunlardan en önemlileri.


Konusunu nasıl anlatayım bende bilmiyorum aslında. En ana karakterler olarak Jean-Claude ve Stef'i sayarsak, Jean-Claude'nin Stef'e kız ayarlamaya çalışmasını ve bu sırada diğer hikayelerle iç içe girmelerini anlatıyor film diyebiliriz çok kısaca. Ayrı ayrı birkaç hikaye gibi görünsede, bütün hikayeler çok fazla girişiyorlar birbirlerine. Yönetmenin geçişleri ve anlatım tarzı pek hoşuma gitmedi malesef, ayırmaya çalışmış sanki bir şeyleri ama olmamış. Esprileri belki altyazı belki de kendi yüzümden anlayamadım ama sevemedim işte. "N'olcak böyle film yapmaya" desem yeri valla. Yönetmen bu kadar oyuncuyla ne yapacağını şaşırmış bence biraz, ipin ucunu kaçırıvermiş.Tabi bir kerede güzel bir altyazıyla izlemek gerekir ama şimdilik olmamış.

Read more...

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Invincible


Bir Elizabeth Banks filmi daha izlemiş bulunuyorum. Maşallah bitecek gibi de gözükmüyor. Ericson Core yönetmiş, Mark Wahlberg, Elizabeth Banks ve Greg Kinnear gibi oyuncular oynamış. "Based on a true story" filmleri pek tutuluyor aslında Akademi tarafından ama bu öyle olmamış malesef. Doğru düzgün adaylığı bile olmayıp ve MTV'den en iyi öpücük adaylığı olunca insan bi durup düşünüyor izleyip izlememek için ama sonuçta gayet güzel, eli yüzü düzgün bir film çıkmış ortaya. Yönetmen'in daha önce pek tecrübesi olmamasına ve genelde Tv. için çalışmış bir yönetmen olmasına rağmen, iyi film denilebilir.

Daha öncede dediğim gibi gerçek bir hikaye anlatılıyor filmde. Vince Papale'nin hikayesini, 30 yaşındaki bir vekil öğretmen/ barmen'in hikayesini izletiyor bize. Hayatı pek yolunda gitmiyor filmin başlangıcında Vince Papale'nin. Vekil öğretmenlik yaptığı okul bütçe yüzünden onu kovuyor, karısı daha iyi bir hayat istediği için, evdeki her şeyi alıp terkediyor onu. Arkadaşları ve futbol dışında hiçbir şey kalmıyor yani elinde. Bu arada Eagles'ın durumuda pek kötü, son senelerde doğru düzgün galibiyetleri yok ve bu durumu düzeltmek için yeni bir teknik direktör getiriyorlar. Taraftar ve oyuncuları ateşlemek için bir seçme düzenliyor bu teknik direktör. Herkesin katılabileceği bir seçme, sıra sıra yapılacak elemelerden sonra asıl takım oluşturulacak. Arkadaşlarınında etkisiyle Vince katılıyor bu seçmeye ve yavaş yavaş karşılaşmaya başlıyor bu elemelerle. Bu süreçte müstakbel takım arkadaşları pek yardımcı olmuyorlar ona ama arkadaşları ve çalıştığı barda çalışan Janet sayesinde bırakmıyor ipin ucunu hiçbir zaman.


Hikayeyi bilmeyen birinin bile filmde neler olacağını tahmin etmesi hiç zor değil. Hatta bu sonuca nasıl varılacağını da anlamak zor değil. Örgü gibi, bir zorluk bir gün yüzü diye örülmüş bir senaryosu var filmin, diğer örneklerinden pek bir farkı yok bu konuda. Oyunculuklar gayet başarılıydı bence, zaten filmi ayakta tutan şey büyük oranda oyunculuk ve arada verilen hafif gazlar. Bilindik bir film ama iyi yapılmış bir film "Invincible", kesin izlemelik değil belki ama iyi vakit geçirmelik bir film. Çok kısa değil film ama nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz.

Futbol dediğim, Amerikan futbolu bu arada.

Read more...

21 Mayıs 2009 Perşembe

X-Men Origins: Wolverine


İstanbul Film Festivalinden sonra sinemaya gitmeye ara vermiştim bi' süre. Her gün bir ya da iki, bazen üç film izleyince, daha önemlisi o kadar bilet için parayı birden verince festivale, sinemaya gitmeme kararı almıştım bir süreliğine. İstinye Park sağolsun günün filmi seçtikleri filmleri 5 tl'den gösterdikleri için yanından geçtiğimiz sinemaya girivermiş bulunduk. X-Men'lerimizin en yırtıcısı Wolverine'in hikayesini anlatıyorlar bu sefer. Aslında pekte farkı yok, zaten bütün filmlerde neredeyse Wolverine'i izlemiştik. Ne zaman güçlerini farketmiş, bu güçleri nasıl kullanmış, neden X-Men olmuş gibi soruların cevapları var filmde. Doğru düzgün yan karakter oluşturmamışlar, işleri güçleri Wolverine olmuş. Paraları var diye film çekmişler resmen, aksiyon sahnelerini, patlama sahnelerini çıkarınca hiçbir şey kalmıyor filmde. Oscar Töreninde "oha bu adam iyimiş galiba" dedirten Hugh Jackman pek memnun etmiyor oyunculuğuyla ama ondan isteneni tam olarak verdiğini söylemek mümkün. "Vatanın için savaş", " Bu ülkenin sana ihtiyacı" var zırvalıklarını ben duymaktan bıktım artık bu filmlerde ama onlar kullanmaktan bıkmadılar.

Filmin tek iyi yanı ise 'Gambit'i kısa bile olsa göstermeleri, doyamadık belki kendisine ama yinede görmek mutlu etti. Çizgi romanın kredisinden yiyorlar hala, bakalım nereye kadar gidecek bu iş.

Read more...

20 Mayıs 2009 Çarşamba

The Uninvited


Son zamanlarda Kore-Japon filmlerinin Hollywood 'remake'lerini yapmak pek moda oldu. 'The Uninvited' son dalgadan dahil olmuş bu işe. Janghwa Hongryeon adlı Kore yapımı filmin Amerikan versiyonu. Orjinal versiyonunun çok güzel olduğu söylenmekte ama bu 'remake'i pek başarılı değil malesef. Afişten kaybediyor zaten ilk olarak. "Afişinden kötü olduğunu anladın madem, neden izledin?" diye sorulabilir, cevabım Elizabeth Banks'tır. Kendisi benim gözümde son dönemin en iyi çıkış yapanı. Güzel, çirkin birçok filmde oynamış son zamanlarda, diğerlerinede göz atıcam yakında, ilk olarak en kötüysüyle başlmak istedim.

Anna'nın annesi yatalak, ve bu yüzden bir bakıcısı vardır. Bir gece bilinmeyen bir nedenden ötürü, annenin bulunuğu ev yanar ve anne ölür. Bu ölümü kaldıramayan Anna intihar etmeyi dener ama beceremez ve hastaneye kapatılır. Hastanede tedavi edilmeye başlanır, sorun her gece gördüğü rüyalarıdır.Rüyaları haricinde o geceyle ilgili hiçbir şey hatırlamaz Anna. Annesiyle ilgili rüyalarını çözmeye çalışır. İyileştiği düşünülünce eve geri döner. Annesinin bakıcısı artık babasının yeni sevgilisi olmuştur ve yakında üvey annesi olacaktır. Bir gün eski arkadaşı Matt'le karşılatıktan sonra asıl önemli kısım başlıyor. Matt o gece olanları gördüğünü söyler ve konuşmak için sözleşirler. Matt'in o gece ölü bulunması ve bazı diğer olaylar sonucu Anna annesinin ölümünün bir kaza olmadığını, yeni üvey annesinin bunu bilerek yaptığını düşünür ve araştırmaya başlar. Bir noktadan sonra olaylar biraz elden çıkıyor ve karmaşıklaşıyor.


Orjinal versiyonuyla aynı senaryoya sahip mi bilmiyorum ama bu senaryoda hiç iş yok cidden. Bilindik numaralarla oyalamaya çalışıyorlar. Bu tarz filmlerde filmin sonunda her şeyin farklı, göründüğü gibi olmadığını bilmek için müneccim olmaya gerek yok. Hiçbir zeka kırıntısı bile içermeyen bir final yapıyor film. Oyuncuların hepsi gayet güzel kadınlar ama Elizabeth Banks dahil hepsi vasat seviyede oynamışlar. Filmin korkutucu yanı ise hiç yok. Birkaç karanlık sahnede 2 ölü insan göstermekle korku filmi yapılmıyor malesef. Pardon, yapılmış işte ama ne kadar iyi olmuş, orası muamma. İzlemedim ama bunun yerine orjinalinini öneririm size, daha beter olamaz herhalde.

Read more...

19 Mayıs 2009 Salı

La Stanza Del Figlio / The Son's Room


Nanni Moretti'nin Linda Ferri ve Heidrun Schleef ile yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı 2001 yapımı filmi. O sene Altın Palmiye'yi almayı becermiş, hatta yanında FIPRESCI ödülünü vermişler kendisine. Cannes haricinde çok önemli festivallerden ödül almamış ne yazık ki ama o iki ödül bile merak etmeye yarıyor filmi. Birde takip etmek için bir isim daha ekliyor listemize, Nanni Moretti. Yaptığı filmlerin aldıkları IMDB puanlarını, layık görüldüğü ödülleri dahada önemlisi izlediğim bu filminden sonra takip edilecekler listesine girmesi hiç zor olmadı kendisinin.


Bir aileyi konu edinmiş film. Dört kişilik bu aile, Giovanni(baba), Paolo(anne), Irene(abla) ve Andrea'dan oluşuyor. Her ne akdar tüm aileyi anlatıyormuş gibi görünsede asıl önemli karakter Giovanni. Giovanni psikologluk yapıyor (IMDB de "psychoanalyst" diyor farkları var mıdır bilmiyorum), işi iyi, ailesiyle iyi anlaşıyor, yani filmin başında pek sorunları yok. Küçük bir hazırlık aşaması içeriyor film. İlk 20-25 dakika karakterleri tanıtmaya çalışıyor bize, Giovanni ve onun hastalarını dinliyoruz bolca bu bölümde. Sonra bir pazar sabahı Giovanni, Andrea'yı koşuya çıkmak için ikna ediyor ama daha doğru dürüst o konuyu bile konuşamadan telefon çalıyor. Arayan bir hastası ve onu görmesi gerekiyor. Koşuyu iptal ediyorlar ve Giovanni hastasına, Andrea ise daha önceden planladığı gibi arkadaşlarıyla dalmaya gidiyor. Büyük bir talihsizlik sonucu Andrea boğuluyor. Nanni Moretti'nin ağırlık vermek istediği bölüm bu olaydan sonra başlıyor. Andrea'nın ölümü ailede büyük bir çöküş yaşatıyor. Bütün bireyler acı çekiyor ama Giovanni daha beter acı çekiyor. Eğer o gün hastasına gitmeseydi her şeyin nasıl olacağına dair düşüncelerden kurtulamıyor. Geçmişi geri getirmeye çalışıyor, Andrea'nın ölümü için hem kendisini hemde hastasını suçlamaya başlıyor. O gün oğluyla koşuya çıktığını hayal ederken çalan müziği her seferinde geri alıp, o kısmı tekrar tekrar yaşamak istiyor ama olmuyor ne yazık ki. Paolo ve Irene'de çok çabuk kurtulamıyorlar bu ölümün etkisinden. Herkes farklı şekillerde kurtulmaya çalışırken, ailenin birbiriyle olan bağları kopmaya başlıyor. Filmin bir sahnesinde Giovanni'nin dediği gibi o evde her şey kırık aslında, kırık tarafı yapıştırıyorlar ya da arkalara saklayıp, sanki hiç kırılmamış gibi davranıyorlar. Bu kırık yerler bir bir ortaya çıkmaya başlıyor Andrea'nın ölümünden sonra. Ailenin bu hallerini işliyor film. Kusursuz ailelere daha gerçekçi bir bakış getiriyor Nanni Moretti. Genelde hareket etmeyen kamera ve tüm oyuncuların çok samimi performansları içine çekiyor insanı filmin. Bir ölümün bütün aileye verdiği acı ve ilişkilerini nası etkilediğini çok iyi anlatmış. Arşivlik bir film olmuş.

Read more...

17 Mayıs 2009 Pazar

Adriana.cığım hayatta en sevdiğin 3 şey nedir?


"Adriana.cığım hayatta en sevdiğin 3 şey nedir?" diyor bir adam, reklamdaki adam diyemiyorum, çünkü ses o kadar yapmacık duruyor ki üstünde, onun olduğuna inanmak imkansız. Cevap veriyor sonra Adriana
-ayakkabılarım
-köpeğim
-...
reklamdaki asıl konu zaten 3. şık, Sevgili mi? Kanka mı?

bu mu yani, bu kadar mı?
Şurda dünyanın en güzel kadınlarından birini getirmişsin reklam filminde oynatmışsın, ortaya çıkan reklam bu mu yani?
İlk reklam filmi yayınlandığında, sadece tek filmle kalmayacağını, büyük ihtimal devamının geleceğini, bir kampanya olacağını tahmin etmiştim ama bu kadar basit olacağını düşünmemiştim gerçekten. Kankamatik fikri zaten güzel değilken, devamında daha beter şeyler yapabilmişler.


Adriana'nın giysilerinden tut, yanındaki çocuğa ya da Türkçesine, neye bakarsan bak, aceleye getirilmiş olduğu çok belli. Bana baştan sona 'Var mısın, yok musun' izleten bir kadından çıkarabildikleri reklam buysa, bu yapım şirketi bırakmalı bence işi. Bodyrockers'tan 'I Like The Way You Move' şarkısı iyi seçim ama, ona diyecek bir şey yok, kıpır kıpır ediyor insanı.

Read more...

Steal Me


Nerden gördüm, ettim bilmiyorum ama afişindeki Sundance yazısını görünce izlemek farz olmuştu benim için. Yönetmenliğini Melissa Painter yapmış, oyuncular arasında ise Dannt Alexander, Weeds'ten Hunter Parrish, Cara Seymour, John Terry (futbolcu olan değil, Lost'taki uyuz Jack'in babası) gibi isimler var. IMDB'den düşük almasına rağmen izledim, çünkü Sundance vardı işin içinde ama hayal kırıklığına uğrattı beni film.

Hırsızlık hastası (ismini unutmuştum, üşenmedim internetten baktım Kleptomani deniyormuş) bir çocuğun hikayesini anlatıyor film. Jake annesinin peşinden gelmiş olduğu bu kasabada orda burda kalıyor, hırsızlık yaparak yaşamaya çalışıyor işte. Birgün Tucker'dan çalmaya çalışırken karşılaşıyorlar ve ufak bir kovalamacadan sonra arkadaş oluyorlar. Evine getiriyor Jake'i Tucker, başta annesi bu durumdan memnun olmasada alışıyor tüm aile Jake'e zamanla. Herkesle farklı bir ilişki kuruyor Jake, tüm ailenin hayatlarına dahil olmaya başlıyor. Filmde Jake'in bu hayalini kurduğu aileyle yaşadığı anları izletiyor bize.


Tv filmi havası vardı filmde sanki. Garip kamera açıları, yönetmenin 'ben burdayım' demeye çalışmaları beni soğuttu filmden. İlk 10-15. dakikadan sonra pek dikkatle izlediğimi söyleyemem. Bu yüzden ne doğru düzgün isimleri biliyorum, ne işlerini, güçlerini. Oyuncuların IMDB sayfalarına baktım teker teker. Hiçbiri büyük yapımlarda, büyük rollerde oynamamış kişiler, hatta bazıları sadece bu filmde oynamış insanlar. Büyük yapımlarda oynamamışlar diye kötü oyuncu diyemem tabi ama bu filmde gördüğüm üzere kötü oyuncular çoğu. Hunter Parrish'i az çok beğendim ama. Zaten yaz sezonu geldi, Weeds yakında başlar, görürüz kendisini. Senaryo açısındanda pek zayıf film. İkisi arkadaş olurlar, evine getirir bla bla bla, aynı tas aynı hamam işte. Etkileyici bir yanı yok yani film.Olmamış.

Read more...

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Powder Blue


Timothy Linh Bui kimdir bilmiyorum ama 5-6 senede bir can sıkıntısından film çekiyor herhalde. Başarılı işlerde yapmıyor gibi, en azından 'Powder Blue' bence olmamış. Ayrıca çok fazla parası var ya da para babası birkaç yapımcıyla çalışmış olsa gerek, çünkü Jessica Biel'i soymak pahalı olsa gerek. Ben belki çok öncelerden beri, yani film haberi geldiğinden beri, sadece Jessica Biel'in striptiz sahnelerini duyduğumdan, biraz önyargıyla yaklaşmış olabilirim filme ama boşa çıkmış sanki bütün çabalar. Oysa bir sürü iyi oyuncu var. Eddie Redmayne, Forest Whitaker, Ray Liotta, Patrick Swayze bunlardan en önemlileri.


3 hikaye gibi başlayıp, 2 hikaye ile devam ediyor film. İlki hastanede artık ölümü beklenen çocuğuna bakmak için striptiz yapan Rose ve onun daha önce görmediği ve öldüğünü sandığı, hapisten yeni çıkmış babasının hikyesi. Bir diğeri cenaze evi işleten ve aynı zamanda kukla oynatan çekingen bir adamın, babasının bıraktığı borçlardan kurtulmaya çalışmasının hikayesi. Bu iki hikaye film bitmeden önce birleşiyorlar. Sonuncusu ise eşini kaybetmiş, bu yüzden kendini yalnız hisseden ve intihar etmek isteyen bir adamın hikayesi. Birbirleriyle kesişiyorlar bazı yerlerde hikayeler. Bazen teğet geçiyorlar -aynı otelde kalıyorlar ama karşılaşmıyorlar gibi- ya da bir süre için birleşiyorlar ve ayrılıyorlar- İntihar etmek isteyen adamın, tabut almak istemesi gibi-. Kaybedenlerin hikayelerini anlatıyor anlayacağınız gibi film. Yularıda bahsettiğim karakterlerin hayatlarını bir şekilde yoluna koymaya çalışmalarını izliyoruz filmde.


İpin ucunu kaçırmışlar sanki karamsarlık konusunda, inanılmaz karamsar olmuş film. Sonunuda güzel bitirmeye çalışmışlar, o kadar şeyin üstüne olmamış bence. Çok basit bir senaryo, tanıdık karakterler, tanıdık diyaloglar vardı bolca. Oyunculardan sadece Jessica Biel'den bahsetmek istiyorum. Tamam kendisi çok güzel, küçüklükten seviyoruz/beğeniyoruz(Trt'de bi' dizisi vardı), tamam çokta güzel dans ediyor ama oyunculuktan anlamıyor hiç. Birinin kendisine abartılı oynadığını söylemesi lazım. Kendisi karakterini kafasında oluşturmamış sanki, daha önce bu tarz karakterleri izlemiş, ne yapması, nasıl davranması gerektiğini onlardan öğrenmiş gibi. "Gerçek oyuncu birazdan gelicek, onun yerine ben varım şimdilik" diyor her hareketiyle resmen. Striptiz işini çözmüş ama cidden, o konuda hakkını yememek lazım. Acısıyla tatlısıyla bu filmide bitirdik, 'olmamış' olarak nitelendirdik.

Read more...

Tristan + Isolde


2006 yapımı bir Kevin Reynolds filmi. Çok çok eskilerdeki bir aşk hikayesini anlatıyor film, Tristan ve Isolde'ın hikayesini. Gerçek hikayeyi biraz araştırdım ve gördüm ki farklılıkları var. Gerçek hikayede daha çok mistik olaylar, daha doğrusu iksirler vb. var. Afiştede görülen "Before Romeo & Juliet, there was Tristan & Isolde" yazısından anlaşılacağı üzere daha çok bu ikilinin üzerine yoğunlaşmış film. Savaşları, entrikaları vs. biraz es geçmiş. Bu hikaye çok popülermiş ama bir benim haberim yokmuş herhalde. Salvador Dali'nin de onlar için yaptığı bir resmi bile var. Şöyle

İrlanda kralı, İngiltere'de Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra tekrar büyük bir devlet oluşmasına izin vermek istemiyor. Küçük beylikler halinde, kendilerine vergi veren bir biçimde kalmalarını istiyor. Tristan'ın babası birleşmek için bir toplantı ayarlar ama İrlandalı'lar tarafından basılan bu toplantıda, Tristan'ın tüm ailesi öldürülür. Tristin'ı ölümden kurtaran Marke onu yanına alır ve çocuğu gibi büyütür. 8-10 sene sonra İrlanda kralı iyice güçlenmeye başlayan Marke'ın krallığına saldırır ve bu saldırı Tristan'ın büyük savaş zekası sayesinde başarısızlıkla sonuçlanır. Bu savaş sırasında Tristan zehirlenir ve öldüğü düşünülerek denize bırakılır. İrlanda kıyısına vuran Tristan'ı, Isolde bulur ve zehirlendiğini anlayıp, onu tedavi eder ama ona kendi ismini söylemez. Gün geçtikçe birbirlerine aşık olurlar ama birgün Tristan kaçmak zorunda kalır.Kısa bir süre sonra büyük güç kaybeden İrlanda kralı, küçük beylikleri birbirine düşürerek biraz zaman kazanmayı düşünür ve bir yarışma sonucu kızını kazanana eş olarak vereceğini açıklar. Yapılan yarışmaya Marke adına Tristan katılır ve Isolde'yi Marke adına kazanır. Ne Tristan ne Isolde, Marke'a İrlanda'da yaşasıklarını anlatamazlar ve birbirlerini tanımıyorlarmış gibi davranırlar ama birbirlerine olan aşkları birkaç kötü sonuç doğuracaktır elbette.


Son zamanlarda Hollywood'ta yükselişte olan James Franco(son olarak Milk ve Pineapple Express gibi filmlerde oynadı) ve Henry Cavill (The Tudors ve Woody Allen'ın son filmi 'Whatever Works' ta oynadı) oynuyor filmde. James Franco biraz zayıf kalmış film için sanki, Henry Cavill'de öyle gibi ama 'The Tudors'daki rolünü bu film sayesinde kaptığı aşikar olsa gerek. Isolde'u ise Sophia Myles canlandırıyor. Üç karakter içinde çok iyi oynamışlar denmez hatta bazen kötü oynamışlar demekte mümkün. Diğer yan karakterlerdede bi' pırıltı görülmediğinden, oyunculuk açısından zayıf kalmış diyebilirim rahatlıkla. Asıl öenm vermeleri gereken ama beceremedikleri konu ise görsellik, şatolar, yollar, savaş sahneleri cidden çok yetersizdi. En başta dediğim gibi sadece ikili arasındaki aşka yoğunlaşmak istemişler, buda eksik bırakmış filmi bence. Havaya giremiyorsunuz bir türlü, böyle oluncada pek zevk alamıyorsunuz ne yazık ki. Benim için vasat bir filmden öteye gidemedi.

Read more...

15 Mayıs 2009 Cuma

The Office / 2


5. sezonu 26 bölümle kapattı 'The Office'. Yaz boyu her cumayı nasıl boş geçireceğim bilemiyorum valla. 20 küsür dakika belki ama her canım sıkıldığında açıp, aynı esprilere tekrar tekrar gülebiliyorum ben. Bitmesinin yanında güzel haber olarak ise 6. sezonunun olacağı müjdesini söyleyebilirim. En azından bi' 20 bölüm daha izleyebileceğiz onları. Çok sevdiğim dizilerin boku çıkmadan bitmelerini istiyorum genelde,(sonra bitince çok özlüyorum ama olacak o kadar)
bkz. Six Feet Under
bkz. Battlestar Galactica
ama bu dizi bambaşka yahu, hiç bitmesin istiyorum. En azından Michael ve Holly tekrar bir araya gelene kadar bitmesin. 9-10 sezon sürsün, efsane olsun istiyorum. Bir dizi daha vardı böyle, Arrested Development. Bu ikisi bambaşka geliyor bana, diğerlerinin yanında sırıtıyorlar çok. "How I Met Your Mother" da komik mesela ama böyle değil, içinden geliyor insanın bu 2 dizide gülmek. Michael gibi patronum olsun, emeklilik yaşı 75 olsun valla, hiç dert değil. O yaşa kadar yaşar mıyım? Pekte önemli değil orası.


Neyse, 5x26 da şirket pikniği vardı ve bütün şubeler bir araya geldi, tabiki Holly ve Michael' da. 5. sezonun başında bi' 10 bölüm kadar eşlik etmişti Holly, Michael'a ve mest etmiştiler bizi, şarkılarıyla, şovlarıyla, birbirlerine attıkları o mahçup bakışlarıyla. Her ne kadar dizide de olsa bu karakterler, ben daha önce birbirine bu kadar yakışan iki insan görmedim yahu. Ey senaristler bu ikisini birleştirmeden bitirirseniz bu diziyi, iki elim yakanızda bilesiniz. Bu ikisi yine şovlar(SlumDUNDER MIFLionaire) hazırlarken diğer çalışanlar ise voleybol turnuvasında şampiyon olmaya çalışıyorlar. Dwight ve Andy'nin hataya tahammülsüz oluşları, yeni 'receptionist' Kelly Erin'in beceriksizliği ama güzelliği, Phyllis'in yerinden kıpırdayamayışı, Pam'in bu işte çok iyi oluşuyla birleşince rüya takım çıktı resmen ortaya. Hem kazandılar hem güldürdüler bolca. Hayırlı bir haberle bitti hemde bu sezon. Nice sezonlara


Not: Meredith resmen 'The Office'in en güzel kızı :D

Read more...

14 Mayıs 2009 Perşembe

Je vais bien, ne t'en fais pas / Don't Worry, I'm Fine


Philippe Lioret'in 28. İstanbul Film Festivali'nde açılış filmi olan 'Welcome' dan önce çektiği, 2006 yapımı filmi. İzlediğim iki filmi sayesinde artık takip edilesi yönetmenler listesine girdi benim için. IMDB sayfası için uğraşılmamış, katıldığı festivallere ve aldığı ödüllere bakınca değeri anlaşılmamış gibi hissettim. 'O sene çok iyi filmler çıkmış demek' diye düşünüp avuttum kendimi biraz.


Lili İspanya tatili dönüşü, ikiz kardeşi Loic'in babasıyla kavga edip, evden kaçtığını öğrenir. Babasıyla kavga etmesi normal gelsede, evden kaçması ve en çokta kendisini aramadığı için onun başına bir şey geldiğini düşünmeye başlar. Bu düşüncelerle birlikte kendini hayattan soyutlamaya ve yemek yememeye başlayınca hastanelere düşer. Günlerce yemek yemediğinden sağlığı giderek bozulur, ta ki kardeşi Loic'ten bir mektup gelene kadar. Bundan sonraki hayatı için radikal kararlar almaya başlar Lili, okulu bırakır, evden ayrılır gibi. Loic'i bulmak için hiç çaba sarfetmeyen ailesine inat, o şehir şehir dolaşan kardeşini bulmakta kararlıdır ve aramayı bırakmaz.


Acıma duygusunun dozunu nasıl iyi ayarlayabildiğini daha önce( teknik olarak daha sonra ama olsun) 'Welcome' ile göstermişti bana Philippe Lioret, bu filmdede aynı başarıyı tekrarlamış. Tek karakter üzerinden ilerliyor aslında. Lili ne görüp, ne duyarsa, ne hissederse bizde onu izliyoruz hatta yaşıyoruz ama yan karakterlerin filme katkısı çok büyük ve çok yerinde. Hepsi bize vermesi gereken şeyi verdikten sonra yerlerini bir başkasına ya da Lili'ye bırakıyorlar. Lili demişken, Melanie Laurent'in güzelliğinden bahsetmezsem kıza ayıp olur. Şatafatlı bir güzelliği yok ama o sadelikle büyülüyor insanı, film için biçilmiş kaftan resmen. Kad Merad'ın oyunculuğundanda bahsetmek gerekir birde. Oynadığı karakter için beslenmesi gereken duygular neyse, bizde o duyguları yarattı, hem önce hem sonra. Hiçbir şekilde filmin ilerisi için açık vermedi. Filmin bir diğer güzel bir yanı ise soundtrackleri. Birkaç kez çalıp, inşallah tekrar çıkar dedirten 'Aaron'ın 'Lili' adlı şarkısı için söylenecek tek kelime yok. Filmden ayrı düşünüldüğünde dinlenebilirliği hat safhada iken, filmin içinde dinleyince dahada etkileyici oluyor. Sonuçta sade ve bu sadeliği sayesinde insanı içine çeken bir film olmuş, "Je vais bien, ne t'en fais pas".

Read more...

License to Wed


Bir filmi izlemek için en büyük neden ya yönetmen ya da oyuncu(lar)dır benim için. İlk defa keşfettiğim yönetmenlerin tüm filmlerini izlemeyi severim ama dahada sevdiğim şey, bir oyuncunun tüm filmlerini ardarda izlemektir. Bu filmi John Krasinski ve daha küçük rollerde olan diğer 'The Office' dizisi oyuncuları için izledim. Zaten elle tutulur bir rolde oynanamamışlar bundan başka. Yönetmeni ise 'The Office'in 12 bölümünü yönetmiş Ken Kwapis. Diğer filmlerine bakınca aralarına nasıl olmuşta girmiş Office diye düşünmeden edemiyor insan. Türkiye'de yeni gösterime girmiş 'He's Just that into you'nun da yönetmeni ayrıca kendisi. Filmin diğer oyuncuları ise Robin Williams ve Mandy Moore.

Ben( John Krasinski) ve Sadie (Mandy Moore) birlikte yaşayan iki sevgili. Sadie'nin anne ve babasının 30. evlilik yıl dönümünde, Ben Sadie'ye evlenme teklif eder. Sadie'nin bu sözde ilginç ailesinin bazı şartları vardır elbette. Belirli bir kilisede, belirli bir rahip -Reverend Frank- tarafından evlendirilmeleri gerekmektedir. Frank'in bir çifti evlendirmesi için önce onların birbirlerini sevdiğinden emin olması gibi bir koşulu vardır ve bunu sağlamak için çeşitli testlere tabi tutacaktır çifti. Ben bu saçma testleri gereksiz bulurken, Sadie Ben ile evlenme fikrini tekrar gözden geçirecektir.


Bu tarz 3-4 film izledikten sonra, neler olacağını tahmin etmek hiç zor olmuyor. Klişeden klişeye atlıyor malesef film. Evlenecek çift ve peder dışında (hatta Sadie'nin üzerinde bile durmuyor doğru dürüst) kimsenin üstünde durmuyor ama onlarla ilgili bir şaka yapıldığında komik olmasını bekliyor. Robin Williams ve John Krasinski'ye rağmen, ki onlarında başarılı oldukları söylenemez, hiç zevk vermiyor. Büyük ihtimalle daha önce bi' benzerini izlemişsinizdir, o yüzden zahmet edip izlemeyin derim.

Read more...

O Ano em Que Meus Pais Saíram de Férias / The Year My Parents Went on Vacation


Yönetmenliğini Cao Hamburger'in yaptığı film, Berlin film festivali dahil bir çok festivalde yarışmış, 21 ödül ve 19 adaylıkla dönmüş bu festivallerden. Böyle olunca izlemek farz oldu benim için. Bir arkadaşımın 'izleme bence' demesinden sonra mümkün olduğunca ertelemiştim izlemeyi. Şimdi hem hak veriyorum hemde ayıplıyorum kendisini.

70li yılların Brezilya'sında geçiyor film. Ailesi siyasi nedenlerden dolayı tatile çıkmak zorunda kalan bir çocuğun hikayesi... Ailesi Mauro'yu dedesine bırakıp, gider. Mauro bir süre kapının önünde kendi kendine oynadıktan sonra, dedesinin niye eve gelmediğini öğrenir. Dedesi aynı gün ölmüştür. Yanında ailesinden kimse kalmayan Mauro'ya komşular göz kulak olmaya başlar. Babası dünya kupası başlamadan gelme sözü vermiştir ve Mauro bu günü beklemeye başlar.


Siyasi olayları bir çocuğun üzerinden işliyor film ve çokta değişik bir şey koymuyor ortaya. Bir "Fidel'in Yüzünden" olamıyor malesef. Zaten bu filmde, çocuk siyasi olayları daha dışardan izliyor. Filmin farklı yönü ise futbolu hikayeye çok iyi şekilde yedirmesi. Solcuların Çekoslavakya'nın Brezilya'ya gol attığında sevinmesi ama bir süre sonra Brezilya gol atmaya başlayınca sevinçten havaya uçtukları sahne çok güzeldi mesela. Oyunculuklara gelirsek, mahallenin erkek fatması Hanna başta olmak üzere herkes rollerin hakkını vermiş. Sonuçta futbolu her şeyin içine bu kadar iyi karıştırabildiği, iyi yazıldığı, iyi oynandığı, iyi çekildiği için güzel bir film denilmesi gerekir ama bazende klişelere sarılmamış değil.

Read more...

Flirting with Forty


Google'da arattığında IMDB sayfası çıkmayan nadir filmlerden herhalde. Sadece oyunculara para verilen, onun dışında para harcanacak bir şeyin göze çarpmadığı bir film. Bana kalsa oyunculara da çok para vermem o ayrı. Filmin adı ve afişi, konusunu yeterince ele veriyor ama bende anlatayım biraz. 40 yaşına girmesine az kalmış bir kadının -Jackie- hayatını işliyor. Birkaç ay önce eşinden ayrılmış ama daha bu ayrılığı atlatamamış, 2 çocuk annesi bir kadın bu. En yakın arkadaşı doğum günü hediyesi olarak birlikte geçirecekleri bir tatil ayarlıyor fakat son dakikada meydana gelen bir aksilik sonucu tek başına gitmek zorunda kalıyor Jackie. Şans eseri orada tanıştığı yakışıklı ve genç Kyle'dan surf dersleri almaya başlıyor. Bu derslerle başlayan ilişki gelişiyor ve gelişiyor. Tabiki aralarındaki yaş sorun oluyor, ayrı yaşamaları sorun oluyor vs. vs.

Benzeri birçok filmden senaryo, oyunculuk ve yarattığı karakterler açısından bir yudum öteye gidemiyor film. Bir TV filminden ne beklenebilir diye düşününce, çokta kötüleyesim gelmiyor aslında. Kötünün iyisi bir film olmuş.

Read more...

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Changeling


Evet, belki afişi korku filmlerini andırıyor, Angelina Boogeywoman gibi duruyor ama bu film olmuş yahu. Son zamanlarda bağımsız sinemaya dalmıştım biraz, genelde 90 dakika civarı olan filmler izledim ama bu film birazcık ustalara yer vermemin gerektiğini gösterdi bana. Tamam o filmlerde çok iyi, çok güzel ama bu tam anlamıyla film olmuş, inanılmaz etkileyici.

Gerçek bir olay anlatılmış filmde. Christine bir gün çocuğunu evde bırakıp işe gider ve geldiğinde çocuğu kaybolmuştur. Polis olayı ele alır ve araştırmaya başlar. Polis departmanı biraz yozlaşmıştır ve bir süredir bunu bitirmeye çalışan rahip Gustav da , bu kayıp çocuk olayına önem verince, basının ilgi odağı olur konu. Bu olaylar polisin çocuğu bulmasını bir açıdan zorunlu kılar. Sonuçta bulunan bir çocuk getirilip Christine'e 'işte çocuğun' diye verilir. Önce şok olan ama sonra polisin sözlerine biraz inanan Christine, bir süre sonra çocuğun kendi çocuğu olmadığına kesin kanaat getirir ve bununla beraber polisin kapısınıda çokça çalmaya başlar. Polisin yanlış yapıldığını kabul etmesi, zaten kötü olan itibarını daha da beter yapacağından olayı kapatmaya çalışırlar ama Christine'in pes etmeye niyeti yoktur. Akıl hastanelerine kapatılsa da çocuğunu aramaktan hiçbir zaman vazgeçmez.


Gerçek bir hikaye olmasının insana verdiği dehşetten midir bilmem ama bence çok etkileyici olmuş. Türü için gerilim-dram denilebilir ama öyle salya sümük bir dram değil kesinlikle, aslında tam olarak gerilimde değil. Clint Eastwood gerilimin ayarını çok iyi tutturmuş. Belki olayı sadece Christine'in üzerinden anlatmasa, birazda diğer karakterlere ağırlık verse daha iyi olabilirdi belki denilebilir ama bi' bildiği vardır elbet Clint Eastwood'un diyor, susuyorum. Susmadan önce birde Angelina çok çok iyi oynamış demek istiyorum, Oscar'ı Kate olmasa, Angelina almalı derdim valla.

Read more...

Canım Ailem / 2



Bu hafta 24. bölümü yayınlandı dizinin ve artık iyice Türk dizilerinde binlerce örneği görülen klişelere sarmaya başladı. İnsan yinede bu oyunculukları bırakmamak, izlemek istiyor ama. Feride (Ezgi Mola) ve Halim (İlker Aksum)'un birlikte olduğu sahneler ne kadar güzeldi yahu. Kolay kolay duygulanan biri olmamama rağmen, bu ikili duygulanınca bende duygulanıyorum. Hele bu bölüm ikisi birden duygulandı, bende iyice duygulandım. O kadar gerçekçi oynuyorlar ki, her seferinde aşık oluyorum Feride'ye, övgüler düzüyorum Halim'e. Sinirlenmeleride yerinde ağlamalarıda. Senaristler artık bu kadar iğrençlikten sonra bi' güzellik yapsınlar bize yapsınlar şu ikisinin arasını.

Güzel bir sürprizde vardı bu bölümde. Olgun Şimşek "Yar Demedin"i seslendirmiş dizi için, hemde pek başarılı. Üstünede Halim'in sahilde yüzükleri fırlattığı sahneyi ekleyince daha da güzel ve etkileyici olmuş.



Ben anlamıyorum artık bu Yiğit ve Eda'yı, cidden. Hotel'e 10 metre kala, önlerine bakıp konuşurken, "niye otele çağırdılar bizi" diye soracaklarına kafalarını kaldırmaları yetiyor ama tabi 2 adım sonra "aa dayı nabıyorsunuz burda?" repliğini nasıl söylerler sonra. Hadi görmedin , e seslerinide mi duymadın o kadar insanın be yavrum. Zaten her sahnede "Ne?, Nasıl?, Neden?" sorularını garip bi' şekilde sormana uyuz oluyorum, birde böyle sahneler ve şiir okur gibi konuşmalarda bulunma bari, ey Yiğit. Öyle ya da böyle bir sezon bitiyor ama ne güzel yoluna girmişken eski sevgiliyi getirmekte çok bayat oldu hani. Hoş, Meliha Samim'e kızar, iki eğlenceli sahne olur güleriz ama yinede olmadı senarist amca.Ha birde Samim'i sevmeyen Sosyal Hizmetler Görevlisi bir masala tav oldu valla. "Masal da mı anlatıyor sana?" derken gözlerinin içi güldü, ne kadar önemliymiş masal öğrenmiş olduk. Sosyal Hizmetler Görevlisinin bi' bildiği vardır herhalde.

Read more...

5 Mayıs 2009 Salı

Meduzot / Jellyfish


Cannes film festivalinde ilk filmlere verilen altın kamera ödülünü kucaklamış Denizanası 2 sene önce. Bu aralar çok fazla izledim bu tarz filmleri bilmeden hemde. Yine ayrı ayrı 3 hikayeden oluşuyor film. İlk hikayede afiştede gördüğümüz Batia, anne ve babasından hiçbir zaman yeterli ilgi görmemiş, düğünlerin düzenlendiği bir mekanda garsonluk yapıyor. Birgün sahilde otururken denizden belinde simiti bir kız çocuğu çıkıyor ve Batia ona göz kulak olması gerektiğini hissetmeye başlıyor. Çocuğu götürdüğü polis memuruda çocuğu görmese, çocuk hayal ürünü diyebileceğiz ama görüyor. 2. hikayede ise küçük çocuğunu geride bırakıp, İsrail'e bakıcılık yapmak için gelen Filipinli Joy var. Şansı pek yaver gitmiyor Joy'un hasta konusunda, ters insanlara düşüyor hep. Son olarak bakıcılık yapacağı kadın ise, kızıyla arası iyi olmayan inatçı biri. Kızından giderek uzaklaşan kadın, Joy'la yakınlaşmaya başlıyor. Düğününde sakatlanan gelin ve damatın, Karayipler'deki balayı yerine, manzarası bile olmayan bir odada geçirdikleri balayını anlatıyor son hikayede film.


Bu üç hikaye birbirleriyle kesişiyorlar arada bir. Düğün, Batia'nın çalıştığı mekanda yapılıyor, Gelin'e ilk müdahele, yaşlı kadının kaldığı hastanede yapılıyor gibi... Ama asıl ortak yanları cam içindeki gemi maketi oluyor herhalde. Hepsi bir şekilde ilişki kuruyorlar gemi maketiyle. Cam içindeki bir gemiye benzetilen denizanası aslında her biri. Nereye gittiği belli olmadan, bir o yana bir bu yana savruluyorlar. Sevdiklerini kaybediyorlar ya da kaybetmemeye çalışıyorlar. Karı-koca, anne-çocuk ilişkisi bolca ve çok güzel işlenmiş filmde.


Akıllarda yer alan bir çok sahnesi var filmin, çok iyi düşünülmüş ve yazılmış bir çok sahne. Kızı'na (Batia) sahip çıkmamış bir annenin, evsiz insanlar için kurduğu derneğin, kadının elleriyle yaptığı çatı reklam afişinin önünde, Batia'nın yağmur altında ıslanması bunlardan sadece biri. Yönetmenler pek karışmamış filme, olduğu gibi yansıtmak istemişler. Bu 3 kadının sıradan hayatlarının aslında ne kadar anlamlı ve zor olduğunu göstermişler filmde. Tam kararında bir mizah duygusuda katmışlar filme ve filmi 5-10 kat daha güzelleştirmiş bu. Fazla rastlantı oldu galiba ama izlediğim son iki filmde
"-motorsiklete binmem ben"
"-ama scooter bu" esprisi vardı, birden fazla duyunca etkisini kaybediyormuş, bunuda öğrenmiş oldum. İsrail'den kansız, kurşunsuz, ölümsüz filmlerde çıkıyormuş, bu kadar az ve güzelken kaçırmak ayıp olur.

Read more...

The Cake Eaters




Mary Stuart Masterson'un bu filmi adını duymadığım binlerce festivalde gösterildikten sonra, 2 yıl gecikmeli olarak gösterime girmiş. Her şey iyi, hoş ama Kristen Stewart'ın oynadığını belli etmek için hazırladıkları afişleri kadar kötü afiş görmedim daha önce, cidden.Olması gereken ve büyük ihtimal önceden yapılmış afiş aşağıda, Alacakaranlık filminden sonra yapılmış olması büyük ihtimal olan iğrenç afiş yukarıda.

İki ayrı ailenin nasıl kesiştiğini, nasıl bir araya geldiğini anlatıyor film. Georgia'da "Friedriech's Ataxia" var malesef. Doğru düzgün yürüyemiyor, hatta konuşamıyor bile. Annesi aşırı koruyucu bir tavır takınıyor ama bir yandanda kızının bu durumunu kullanarak bir yerlere gelmeye çalışıyor. Diğer aileden Beagle ise senelerdir hasta annesine bakmaktan başka bir şey yapmamış, çoğu şeyden habersiz, annesinin yeni kaybetmenin acısını daha atamamış üzerinden. Kardeşi evden ayrılalı uzun bir süre olmuş, ve annesinin ölümünü duyanca geri gelmiş, baba ise kendince sırları olan, herkesi memnun etmek isteyen biri. Pazar gibi, satış yapılan bir yerde tanışıyorlar Georgia ve Beagle. Aralarında bir şeyler olmaya başlıyor, aynı anda ailelelerin başka sırları da ortaya çıkmaya başlıyor. Abi'nin sırları, babanın sırları bir bir ortaya çıkarken, Beagle ve Georgia arasındaki ilişki baya bi' ilerliyor ve gidiyor.



Hastalığı kötü yolda kullanmamış yönetmen, sadece olması gerektiği kadar hasta kız. Mahsun Kırmızgül'ün eline verselerdi neler olurdu kimbilir. Kristen Stewart'ta gayet iyi kalkmış rolün altından, hastalığı hakkında pek bilgim yok sadece wikipedia'da arattım o kadar, orada okuduğuma dayaranak iyi oynamış diyorum, en azından bir şeyler yapmaya çalıştığı belli. Diğer oyuncularda ayakta alkışlanıcak performans sergilememişler ama iyiler. Senaryo ise bence biraz zayıf kalmış. 80-90 dakikalık bir film olmasına rağmen, gereksiz uzun sahneler var. Öyle oluncada hemen gelişiyor olaylar, daha oturmadan diğerine atlıyolar, ve biraz garip duruyor malesef. "Feel Good Movie" tarzı denenmiş belli ama ne kadar başarılı olmuş tartışılır. İzledikten sonra bana bir şey olmadı mesela. Sonuçta pek başarılı olmayan ama her zaman oturup, izlenebilir bir film çıkmış ortaya

Read more...

  © Blogger templates ProBlogger Template by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP