19 Nisan 2012 Perşembe

31. Uluslararası İstanbul Film Festivali - Bölüm 1


Yılın en sevdiğim zamanları yine geldi geçti. Yine festival başında çok güzel havalar bozdu ve uykusuz bir şekilde filmden filme koşmamız yetmiyormuş gibi, ıslandık ve üşüdük ama olsun. Bu sene nedenini anlayamadığım bir şekilde daha az film izledim ama daha fazla yoruldum. Özellikle 2. hafta oldukça yoğun geçti. Festival daha başlamadan ben festival filmlerini izlemeye başlamıştım bile. Programda beğendiğim filmleri araştırıp, bazı bulduklarımı elemiştim, bazılarını da inatla sinemada izlemek istedim. Kısa kısa anlatayım...


Gösterim öncesi herkese filmin adının 'maykıl' değil 'mihael' olduğunu haykırasım geldi ama tutmayı başardım kendimi. Festivaldeki bütün Alman filmlerini izleme gibi bir amacım olduğu ve senelerce Haneke ile çalışmış birinin nasıl bir film çekeceğini merak ettiğimden gittim. Maalesef gayet sıkıcıydı. Sırtını çok fazla gerçekliğe dayamış, sınırları aşmaktan korkan ve kolaycılığa kaçan bir film. Sonu bunu kanıtlamak için uygun. Alkışlara oynuyor ama onu da becerebiliyor mu bilmiyorum.

Tony Kaye film çekmiş dediler, koştuk. En önden dahi olsa biletimizi aldık. Film gayet de güzel ama bende olan Adrien Brody alerjisi tuttu yine. İzleyemiyorum nedense o adamın filmlerini bir türlü. Hep abartılı oynuyormuş gibi geliyor. Filmin her sahnesinde olunca da, etkilenmem gerekenin yarısı kadar etkilenmiş oldum. Ne diyelim, kısmet...

Şanslıyım ki, bu sene festivalde gerçekten başarılı Alman filmleri gösterildi. Cannes'da 'Belirli Bir Bakış' ödülünü alan bu film de oldukça başarılı keza. Dram ve komediyi birbirine bu kadar yakın tutup, birbirine karıştırmadan seyirciye vermek zor. Bu zoru başarmış yönetmen. Özellikle ölüm hakkında söylenen sözler etkileyiciydi. Festivalin bence gizli kalmış en iyilerinden biri.

Bu film için Beyoğlu'na gidip geldiğime hala inanamıyorum. Film kötü mü? Bence değil ama iyi kesinlikle değil. Belki biraz gereksiz uzun, gereksiz dallanmış, sıradan bir hikaye. Türkiye'de olsa dizisini yaparlar, reyting rekorlarını kırarlardı, o ayrı.

'Eğitmenler' ve 'Her şey Reyting İçin'in yönetmenin son filmi. Festivalin sevdiği yönetmenlerden de birisi. Ben de saydığım bu filmlerini izlemiş (hatta festivalde) ve sevmiştim ama bu sefer pek etkileyemedi beni. Yeterince derine inemedi, senaryosunu çabuk ele vermeye başladı ve olmadı. Maalesef vasat.

2 festival önceydi sanırım Ursula Meier'in bir başka filmini 'Home' izlemiş ve ismini hatırlayacağım yönetmenlerden biri olmalı diye düşünmüştüm ama tekrar festivalde karşıma çıkmasa unutacakmışım. İki filmi arasında işlediği konular, seçtiği mekanlar gibi alanlarda benzerlikler kurmak mümkün. Bu sefer senaryo hinlikleri daha fazla ve biraz da buna güvenerek rahata kaçmış yönetmen gibi geldi bana. Çünkü ilk filmindeki o mekan ve karakter yaratmadaki başarısı maalesef yok. Lea Seydoux yine çok güzel tabi, onu unutmamak lazım.

Allah hiçbir yönetmenini annesini hasta etmesin; biz de onun filmini izlemek zorunda kalmayalım tekrar. Locarno'dan aldığı ödül ben heyecanlandırmıştı. Güzel bir yönetmen keşfedeceğim umuduyla koltuğa oturmuştum ama arkadaşım olmasa ilk 10 dk. sonunda ayrılmıştım. Sanırım 30-45 dakikaları arasında ara ara kestirmiş olabilirim ama bunda tek neden filmdeki karakterlerin sürekli konuşuyor olması değil, biraz da Atlas'ın çok havasız olması. Filmin gerçekçiliğine hiçbir lafım yok ama bu denli gerçekçilik kullanması ve 1 sn bile susmayan karakterler izleyeni çok yoruyor. Bir sonraki filmini de sırf meraktan izleyeceğim ama bu sefer evde mümkünse.

Genelde eşcinsel temalı filmlerde 'şok edicilik' kullanılıyor sürekli. Bu belki de bu konuya insanların ilgisini çekmek için gerekli ama bazen de yapay duruyor. Benim içime de işlemiş olsa gerek, film çok sakin başlayınca hafif bi' hayal kırıklığına uğrayıp, sıkıldım. Filmin sonlarına doğru şok edici bir şey de oldu ama beni etkilemedi sahne ve dolayısıyla film de. Yönetmenin bu kadar zor sahneler çekebilmek için yeterli donanımı yokmuş gibi. Seyircimizin yönetmene soru sormak için daha da az donanımı var, o da başka bir mesele.

Read more...

18 Mart 2012 Pazar

2012 Oscar Aday Adayları 22 - Ang babae sa septic tank (Filipinler)


Filipinlerin oscar aday adayı 2 hafta sonra başlayacak olan İstanbul Film Festivalinin de programında yer alıyor. Filmi indirip, birkaç noktasına tıkladığımda sıkıcı bir film gibi geldiği için, izlemeyi ertelemiştim. Filmin tam da benim yakındığım bir konu hakkında olduğunu anlayınca, festivaldeki gösterimine bilet almadığım için üzüldüm. Klasik bir 'yoksulluk acındırısı(?)' filmi gibi başlıyor film. Dış ses anlatıyor; 7 çocuğunu besleyemeyen ve bu yüzden çocuklarını pedofillere satmak zorunda kalan Mila susuyor. Sizi filmi kapatma noktasına getirdiği anda film yön değiştiriyor ve aslında az önce anlattığım filmi çekmek isteyen genç 'indie' yönetmen ve yapımcısının düşüncelerini anlattığını gösteriyor. Yönetmen ve yapımcısı Filipinlerin son dönemde uluslararası festivallerde bolca ödüller alan yoksulluk temalı filmlerden birini çekip, festival festival dolaşmayı düşlüyor. Klasik hikayeleri hazır, sadece bunu daha ne kadar daha dramatik hale getirebileceklerini ve başrol oyuncularını bulmaları gerekli.


Filipinli yönetmen ve yapımcılar, ünlü festival yönetimleri ve dünyanın Filipinlere olan bakışını güzelce iğneliyorlar. Bunu yaparken, iyice uç noktalara gitmekten kaçınmamaları filmi gerçekten başarılı yapıyor. Ayakları da hiç yerden kesilmiyor ve gerçekliği, anlatıklarının değeri hiçbir noktada azalmıyor. Bir de baş roldeki Eugene Domingo'nun filmin tam ihtiyacı olan tarzdaki performansı filmin seyir zevkini iyice arttırıyor. Filmin çoğu (neredeyse hepsi) sadece bir günü anlattığı için, filmin kapanışının nasıl olacağını çok merak ediyordum. Havada kalması bütün büyüsünü bozabilirdi ama son sahne gerçekten çok iyi düşünülmüş. Gülmeyi hiç düşünmüyorken, oldukça eğlendirdi beni film. İstanbul Film Festivalini takip edebilecek olanlar kaçırmasın derim.

Read more...

10 Mart 2012 Cumartesi

Mientras Duermes


[REC] serisinin yönetmeni Jaume Balaguero'nun son filmi 'Mientras Duermes' ingilizcesi 'Sleep Tight'. Yönetmen korku filminin öğelerini nasıl kullanacağını çok iyi biliyor. Gerçekten en ince ayrıntısına kadar düşünülüp, her olayı bir mantığa oturtan filmlerden biraz uzakta duruyor film. Planlanan olaylar tamam güzel öte yandan sıradışı bir tarafları yok; ama basit de değiller. Rahatsız eden, karakterin fazla şanslı olması. İzlerken onun da farkına varmıyorsunuz ama film bitip, biraz düşünüce akla geliyor biraz biraz. Bunların dışında filmin girişi çok başarılı. Nereden vuracağını hiç kestiremiyorsunuz. Birdenbire bambaşka bir yol sapıyor film ve yükselttiği temposunu, sürekli arttırarak bitiyor. Başroldeki Luis Tosar, daha önce 'Celda 211'de bir psikopatı canlandırmıştı. Bu sefer farklı yönde bir psikopat nasıl olunur, onu da gösteriyor bizlere. Psikopat rollerinin vazgeçilmez oyuncusu olmaya aday sanırım. Yan rollere çok önem verilmemiş, seyircinin onlarla bağ kurmasının önüne geçilmeye çalışılmış. O yüzden oyunculukları ön plana çıkmıyor ama küçük oyuncular bile, gerçek bir profesyonel edasıyla oynamış. Gerilim ve korku filmlerini sevenler izlesin derim. İstanbul Film Festivalinin 'Gece yarısı kuşağı'na yakışırdı film.

Read more...

8 Mart 2012 Perşembe

2012 Oscar Aday Adayları 21 - La guerre est déclarée (Fransa)


Valerie Donzelli ve Jeremie Elkaim beraber yazmış ve oynamış; Valerie Donzelli yönetmiş. İlk birliktelikleri de değil bu ikilinin. Daha önce bir filmde yine beraber çalışmışlar. Daha önce beraber çalıştıkları, birbirlerini tanıdıkları ve birbirlerinin dillerinden anladıkları çok belli. Kimyası tutmuş bence. Genç bir çiftin, ilk bebeklerine neredeyse doğduğu gibi kanser teşhisi konmasıyla, alt üst olan dünyalarını anlatıyor film. Ben filmin konusunu okumadan izlemeye başladığım için, klasik bir fransız çift hikayesi izleyeceğimi düşündüm ama oldukça şaşırttı beni. Kanser hastalarının ve yakınlarının çektiklerine çok yakından şahit olmadım ama filmin bana yaşattığı duygu 'olanlar gerçekmiş, her şey böyle olmalıymış' oldu. Yönetmen biraz sönük kalmış bence. Senaryo ve oyunculuklar öne çıkarılmak istenmiş ya da çıkmak zorunda kalmış gibi. Yönetmeni hissettiğim filmleri daha çok seviyorum sanırım. Benim gözümde 'en iyi film' yerine 'jüri özel ödülü' alması gereken filmlerden biri. Oscar aday adayları izlediği o kadar boş filmden 5-10 gömlek üstün.

Read more...

7 Mart 2012 Çarşamba

2012 Oscar Aday Adayları 20 - Belvedere (Bosna-Hersek)


Savaştan 15 yıl sonrasında, 'Belvedere' kampında kalanlardan yola çıkarak, savaşın geride bıraktıklarını anlatıyor film. Bu tarz filmlerde gerçek duygu ve samimiyet arıyorum ben. Onlar olmadan eksik kalıyor bu filmler. 'Belvedere' de derdini anlatmayı başarıyor belki de ama yönetmenin etkisi sadece teknik anlamda oluyor filme. Birkaç hata ve göz tırmalayan sahneler var ama onların dışında güzel de bir iş çıkarmış yönetmen ve ekibi. Sorun, sadece anlatmak istediğini düşünmem, daha fazlası değil. Her açıdan vasatın üstünde film. Senaryosu başarılı, ortalama oyunculuklar, stilize bir yönetim... Dahası yok, bu kadar.

Read more...

6 Mart 2012 Salı

Özlem Tekin - Tarlalar


Bu şarkıdan yola çıkarak film yapılsın istiyorum. Yönetmeni Reha Erdem olsun; müziklerini Özlem Tekin yapsın.

Rüyamda sevgiyi buldum
Rüyamda saf insanı buldum

Uyandığımda yer gök siyah
Uyandığımda duvarlar kan
Ruhumda ağır bir günah
Vahşet dolu yüzler, yine berbat bir sabah

Read more...

2012 Oscar Aday Adayları 19 - SuperClásico (Danimarka)

2011'in oscar galibi Danimarka bu sene de son dakikalara kadar oscarı kovalamaya çalıştı ama son 5 film arasına giremedi. Bana kalırsa oscar aday adaylığı bile verilmemesi gereken bir film, o ayrı. Ole Christian Madsen sadece bir filmi, Prag, izlediğim bir yönetmen ama ismini, başarısını duymuştum bolca. Yönetmenlerin sürekli aynı tarzda film çıkarmamaları gerektiğini, en azından ufak değişiklikler yapmaları gerektiğini düşünmüşümdür hep. Ama maalesef Ole Christian Madsen'e yakışmamış bu tür değişikliği. Prag, ağır, simgelerle dolu ve bolca düşündüren bir filmdi; SuperClásico ise basit bir senaryoya sahip, komedi ağırlıklı ve komediden faydalanarak dramatik olmaya çalışan bir film. İlk göze çarpan senaryonun çok dağınık olması. Birden parçalara bölünüyor ve toparlanmıyor neredeyse film bitene kadar. Dağınıklığın dışında, gereksiz, ana hikayeye pek de yarar sağlamayan olaylar fışkırıyor boş yere, sanki reklam almışlar da oraları mecburen eklemişler gibi. Karakterler bu tarz filmlerde sürekli karşılaştığımız kişilerden farklılaşamıyor; senaryo da bize ayrılık hakkında benzerlerinden farklı bir şey veremeyince, sıkıla sıkıla izliyorsunuz filmi. Mis gibi "Bir Zamanlar Anadolu'da" duruken bu filmin son dokuza girmesi çok şaşırtıcı.

Read more...

22 Şubat 2012 Çarşamba

2012 Oscar Aday Adayları 18 - Pankot ne e mrtov (Makedonya)


Makedonya'nın adayı bir kara komedi. 17 yıl önce dağılan grubunu, tekrar bir organizsyon için toplamaya çalışan Mirsa'nın hikayesini anlatıyor film. Grup üyeleri eski Yugoslavya ülkelerine dağılmış durumda ve ikna etmek için hepsinin ayağına gitmek zorunda. İzleyiciye yeni bir şeyler sunmuyor film. 'Yol filmi' açısından da, Balkanlarda yaşanan olaylar hakkında yaptığı iğnelemeler açısında da bilindik şeyler veriyor izleyene. Filmi sevmeyi kolaylaştıran, yarattığı karakterler ve punk kültürü. Zaman zaman ciddi konulara değinen, asıl amacın bence eğlenmek olduğu bir film. Başyapıt değil ama vakit geçirtiyor hem de eğlendiriyor.

Read more...

21 Şubat 2012 Salı

2012 Oscar Aday Adayları 17 - Tropa de Elite 2 - O Inimigo Agora É Outro (Brezilya)


Aylar önce afişini görüp, araştırmaya gerek duymadığım bir filmdi bu. Brezilya'nın oscar aday adayı olduğunu öğrenince izledim ve kızdım kendime bu kadar ertelediğim için. Bu afişten güzel bir şey beklemek mümkün mü? Her şeyi o kadar kaliteli ama afişi berbat. Neyse. 2 ana karakterimiz var. İkisinin de amacı aynı, topluma huzuru getirmek ve sistemdeki sorunları çözmek. Tek farkları kullandıkları yöntem. Biri şiddeti ve ölümü bir gereklilik olarak gören bir polis memuru. Diğeri ise şiddeti sevmeyen, insana insan olduğu için değer veren biri. Tek sorunları bu yöntem farklılığından da kaynaklanmıyor bu ikilinin. Polis memuru Nascimento'nun eski eşi, Fraga'nın yeni eşi. Farklılıklarını daha açılış sahnesinde hapishanede çıkan isyanı bastırmada gösterdikleri tutumlardan görüyoruz. Bu hapishane isyanının bastırılması, filmin asıl anlatmak istediği olaylara yol açıyor. Sorunun sadece uyuşturucu şebekeleri olmadığını, asıl sorunun içi çürümüş sistem olduğunu; sistemin, polis ve politikacılar tarafından nasıl kendi çıkarları doğrultusunda kullanıldığını anlatıyor film.
Böyle bir konuyu işleyen film yaptığınızda bunu mümkün olduğunca çok insana ulaştırmalısınız ki daha çok insan bazı şeylerin daha kolay farkına varsın. Bunun için de Hollywoodvari bir tarza sahip olmalısınız. Film Hollywood'a göz kırpıyor ama onun klişelerine kapılmaktan da kurtuluyor aynı zamanda. Ortaya yüksek tempolu, büyük bütçeli, teknik açıdan kusursuz ve anlatacağı çok değerli şeyleri olan bir film çıkıyor. Hikaye o kadar iyi kurgulanmış ki, karakterlere gereğinden fazla ilgi çekilmiyor hiçbir zaman. Böylece mesajını daha derinlere yerleştirebiliyor. Film çoktan IMDB Top 250 listesine girmiş. Şu an 244. sırada. Oscar üyelerinin dikkatlerini çekmemesi çok garip. Hem gişe başarısı sağlamış hem de bu kadar kaliteli bir filmin oscar adayı olmasını isterdim ben. En azından 9 filmlik listeye kalmalıydı diye düşünüyorum.

Read more...

20 Şubat 2012 Pazartesi

2012 Oscar Aday adayları 16 - Sedamdeset i dva dana (Hırvatistan)


Sanırım oscar aday adayları arasında hem en çok sıkıldığım hem de sinemasal yönden en başarısız film buydu. Bazen güzel film olduğunu görsem de, sevmem ama bu film ikisini buluşturdu. Yönetmen Kusturica'dan fazla etkilenmiş sanırım(ki ben onu da pek sevmem). Kararakterlerin hepsi karikatürize, hepsi yüzeysel. Sanırım senarist yazdıklarını bir çocuğa okumuş ve daha sonra senarist ve bütün yazılı kaynaklar ortadan kaybolunca; çocuğun hafızasına başvurulmuş. Çocuk da aklına geleni, aklına geldiği sırada, öncesini atlayıp, sonuca odaklanarak, bence aklında 'böyle olsa daha güzel olur'lar ekleyerek anlatmış. Afişten de anlaşılabileceği gibi film 'hınzır' olma sevdasında. Bu hınzırlığı yaparken, küçük bir çocuk zekasından öteye gidemiyor. Ne yapmak istediğini 5. dakikadan sonra unutup, başka yönlere dalıyor. Aslında ağlanacak halimize gülüyoruz demek istiyor ama dramı hissedemiyorsunuz; çünkü ne olduğu belli değil. İsmini de, filmde kullanılan bir parçadan alıyor ve orjinalliği tamamlanmış oluyor. Benim içinse, bu sene izlediğim en özenti, en ne idüğü belirsiz oluyor.

Read more...

2012 Oscar Aday Adayları 15 - Miss Bala (Meksika)


Filmin afişini gördüğüm an sevmiştim. Afiş filmi izlemeden ona karşı olan tutumumu etkiliyor. Belki afişi beğenmemin yardımıyla, filmden büyük zevk aldım. Oscar aday adayı filmleri bitirdikten sonra filmin yönetmeni Gerardo Naranjo'nun diğer filmlerini de izlemeyi düşünüyorum. 'Miss Bala' birkaç türün iç içe girdiği bir film. Kabaca politik-aksiyon-gerilim filmi denebilir. Herhangi bir kızın hikayesini anlatır gibi başlıyor film. Güzellik kraliçesi olmak isteyen bir kızı, Laura'yı anlatıyor. Laura'nın tesadüfen bulunduğu mekan, uyuşturucu şebekesi tarafından basılıyor ve neredeyse içerideki herkes öldürülüyor. İzleyene Laura'nın başından geçen bu olayın arkadaşını kaybetmiş olmasından öte bir anlam taşımadığı izlenimi verilse de; işler pek öyle yürümüyor. Arkadaşı aramaya çalışan Laura, kendisini bu uyuşturucu şebekesinin tam göbeğinde buluyor.
Meksika'daki uyuşturucu savaşını Laura'nın gözünden anlatıyor film. Sadece bu bakış açısını yakalayabilmesi bile alkışı hak ediyor. Daha ilk 10 dakikanın sonunda yükselttiği tempoyu hiç düşürmüyor. Filmin çok iyi ayarlanmış süresi, kafa yormayı gerektirmeyecek şekilde açılan ve kapanan senaryosu sayesinde bu yüksek tempo izleyeni yormuyor. Filmin yormamasının bir başka nedeni ise kamera kullanımı. Çoğu zaman tek seferde çekilmiş sahnelerde, Gus Van Sant tarzı takip eden, olduğu yerde dönen ya da ana karakterine yapışıp kalan kamera açıları kullanılmış. Kamera hareketlerindeki akıcılık, filme de yansımış. Eksik kalan ya da fazla anlatılmış bir şey olduğunu düşünmüyorsunuz. Sonuçta yönetmen etkisinin fazlasıyla hissedildiği, modern bir film çıkmış ortaya. En azından son 9 film arasına seçilmemiş olması büyük ayıp. Bana kalsa son beş film arasına bile girmesi lazım, o ayrı.

Read more...

14 Şubat 2012 Salı

2012 Oscar Aday Adayları 14 - Go-ji-jeon (Güney Kore)


Güney Kore'nin oscar aday adayı da bir savaş filmi. Sanırım aralarında 'savaş filmi' etiketini en fazla hak eden de bu. Güney Kore - Kuzey Kore savaşını anlatıyor film. Savaş sırasında görüşmelere geçilmiş. Bir şekilde anlaşıp, sınırlar çizilmek isteniyor ama bir yandan da savaş devam ediyor. Sınır konusunda anlaşamamalarının büyük bir nedeni de, büyük bir öneme sahip olan bir tepe. Bu tepeyi elinde bulunduran daha avantajlı oluyor. Bu yüzden tepe sürekli el değiştiriyor. Tabi bu el değiştirmeler sırasında iki taraf da büyük zayiatlar veriyor. Orada savaşan askerler de değişmeye başlıyor. Güney Kore tarafında şüpheli olaylar olmaya başlayınca; cephedeki olayları araştırmak amaçlı bir asker oraya gönderiliyor.

Fİlm başladığında saf bir savaş filmi havası veriyordu. İlk dakikalardan sonra açıklaması olmayan bir kaç olay yaşanınca; filmin daha çok 'zeka oyunu' tarafının ağır basacağını düşündüm ama bu hali devam etmedi ve yine sıradan bir savaş filmine dönüştü. Yapımcısı gerçekten büyük paralar harcamış. Öncelikle çok başarılı bir set kurulmuş. Sanat yönetmeni görevini fazlasıyla yerine getirmiş. Kamera yönetimi ve renkler konusunda da hiçbir sorun yok. Sorun yeni bir şey olmaması. Bu filmi 10 sene önce yapsalar, belki iyi bir film olarak sayılabilir ama 2011 için çok sıradan kaçıyor. Savaşa başka yönlerden bakmak gerekiyor artık günümüzde. Bu tarz filmler, dertlerini anlattığı insanlar tarafında tabi ki çok sevilecektir ama onların dışındakiler için çok etkileyiciliği olmayan filmler. Yine de o kadar hakkını yememek lazım. Başarılı bir film sonuçta ama benim ilgimi çekmiyor maalesef.

Read more...

11 Şubat 2012 Cumartesi

2012 Oscar Aday Adayları 13 - As If I am not There (İrlanda)


Oscar'a savaş veya savaş sonrası ile ilgili filmlerle katılmak kaldırılsın bence. Sinemanın değinmesi gereken konular bunlar ama gerçekten o konuya değinmek isteyip, bunu da başarılı bir şekilde yapınca güzel oluyor. Türk dizilerinden bir adım dahi ileri gidemeyen filmler soğutuyor insanı. Filmin yönetmeni Juanita Wilson daha önce kısa film dalında oscar adaylığı almış. İzlemedim ama büyük ihtimalle başarılı bir filmdir. Keşke kısa film çekmeye devam etseymiş. Filmin süresi uzadıkça konu ve izleyicinin dikkati dağılıyor, zaten neredeyse olmayan etkileyiciliği iyice azalıyor. Belki bir nebze olsa da, son sahnelerde tekrar içine çekmeyi deniyor ama o da yetersiz kalıyor. Bosna savaşında, köylerden toplanan kadınlara uygulanan tecavüz ve şiddeti konu alıyor film. Bunu anlatmak için de, bir köye geçici öğretmen olarak atanan Saraybosna'lı bir kızı odağına yerleştiriyor. Gördükleri şiddet ve uğradıkları tecavüzler üzerine, bütün bu yapılanları değiştirmeye(!) çalışıyor. Senaryosu çok havada kalmış bir film. Özellikle giriş kısmı çok çabuk olup bitiyor, bu da izleyenin ana karakterin profilini çıkaramamasına neden oluyor. Doğru düzgün tanıyamadığımız bir karakterin yaptıklarını anlamdırmak da haliyle zor oluyor. Seyirciyi etkilemek ve kendi tarafına çekmek için bir çok malzemesi var elinde ama yönetmen çok basit birkaç şeye başvuruyor ve yönetmenini denedikleri maalesef beni heyecanlandırmıyor. Snijeg böyle bir konu klişelere düşmeden nasıl anlatılır gösteriyordu. Yönetmen niye bu konuya eğilmek istedi bilmiyorum ama sanırım dersini çalışmadı pek. İrlanda'dan daha anlamlı bir film bekliyordum nedense; üzüldüm. Yönetmen savaş sırasında tecavüze uğrayan kadınların hamile kalması ve bu çocukları doğurup-doğurmama kararları üzerine bir kısa film yapsaymış daha başarılı olurmuş. Son sahnelerde bunu hissettim ben. Yani bilmediğini değil, daha evrensel diyebileceğimiz bir konuyu işlemeliymiş.

Read more...

10 Şubat 2012 Cuma

2012 Oscar Aday Adayları 12 - Jin líng shí san chai (Çin)


Artık her ne kadar her şey iç içe geçmiş, hiçbir şey birbirinden kesin çizgilerle ayrılmıyor olsa da, her kültürün hayata bakışı farklı. Bu yüzden değişik kültürlerin filmlerini izlemeyi seviyorum. Çin belki de bana en farklı gelebilecek ülkelerden, o yüzden filmi izlemeye büyük bir iştahla oturdum. Bu iştahın diğer nedenleri ise filmin Altın Küre adaylığı ve Christian Bale'in oynamasıydı. Belki de fazla beklenti yüzünden ama filmi zor bitirdim desem yeridir. Filmin yönetmeni Yimou Zhang'ın daha önce oscar adaylığı var. Hero'yu lisedeyken ayıla bayıla izlediğimi hatırlıyorum. Sanırım bu filmiyle de oscar adaylığı almak istemiş. İzlediğimiz sanki bir Çin filmi değil de, Hollywood'dan çıkmış herhangi bir savaş filmi. Baş role koyduğu Amerikalı oyuncu, umursamaz/ayyaş adamın kahraman olması, kişilerin göründüklerinden farklı olmaları vb. klişeler kullanılarak oscara oynanmış tam olarak.Maalesef ancak Meltem Cumbul'un bile eş-dost kıyağıyla sahneye çıkabildiği, ödüllerde adaylık alabilmiş. Güzel yanları da var. Güzel çekilmiş, güzel oynanmış(Christian Bale'i pek beğenmedim sadece) bir film bu. Teknik ayrıntılar konusunda hiçbir sıkıntısı yok ama her şey teknik değil ne yazık ki. Japon-Çin savaşında, Japon askerlerinin yaptığı katliamı bence çok daha naif bir şekilde anlatabilirlerdi. Her şeyi bu kadar formüle etmeleri ben uzaklaştırdı filmden.

Read more...

7 Şubat 2012 Salı

2012 Oscar Aday Adayları 11 - Svinalängorna (İsveç)


İsveç'in adayı Venedik Film Festivali'nden iki ödülle dönmüş olan, Pernilla August'un ilk uzun metraj filmi Svinalängorna. Hakkında söylenecek fazla bir şey olmayan filmlerden bu. Klasik bir hikayesi var. 1970li yıllarda küçük bir kız olan Leena'nın büyüme hikayesini ve yıllar sonra, ölmekte olan annesine yaptığı ziyareti içiçe anlatıyor. Alkolik bir baba, yapacak fazla bir şeyi olmayan anne ve neredeyse her şeyden habersiz bir küçük kardeş. Anne ve babasının yaptığı tek şey içmek olunca, kendisi ve küçük kardeşini büyütmek Leena'ya kalıyor. Bütün olan bitenler arasında o sadece kardeşine ve yüzmeye sarılıyor. Aradan geçen yıllarda Leena, ailesine dair her şeyi hayatından çıkarmaya çalışıyor. Ne kocası ne de iki çocuğu ailesi hakkında bir şey bilmiyor. Hastanedeki annesinden gelen telefon üzerine, tüm aile ziyarete çıkıyorlar. Geçmişe ait detaylar, annesiyle olan diyalogları Leena'nın daha çok şey hatırlamasına ve annesiyle yüzleşmesine neden oluyor. Anlaşılacağı üzere film ağır dram içeriyor. Klasik bir hikayesi var ama bunu kullanışı başarılı. İleri-geri kurgusu tempoyu ayakta tutmayı ve izleyeni meraklandırmayı beceriyor. Öne çıkan en büyük artısı ise oyunculuklar. Başrolde Noomi Rapace ve onun çocukluğunu canlandıran Tehilla Blad çok dengeli oyunculuklar sergiliyorlar. Kendileri için yazılmış karakterin derinlikli olması da buna etki etmiş olabilir tabi. Baş karakteri haricinde karakter yaratmakta ise başarısız oluyor film. Hakkında daha fazla şey bilmemiz gerektiğini hissederken, çoğu karakter Leena'nın yanında taşıdığı bir aksesuarı andırıyor. Sonuçta ortaya ajitasyon yapmaktan kaçınan, iyi niyetli bir film çıkmış ama çok başarılı olduğu söylenemez. Yine de izlenmeyi hak ediyor ama oscarı kesinlikle değil.


Read more...

6 Şubat 2012 Pazartesi

2012 Oscar Aday Adayları 10 – Morgen (Romanya)

Son yıllarda oldukça iyi filmler çıkıyor Romanya sinemasından. Çoğu festivalde yer buluyorlar, birçok da ödül alıyorlar. ‘Morgen’ ödül kazanmamış ama tam bir festival filmi. Almanya’ya gitmek isteyen bir Türk göçmenin ona ‘yardım edenler’ tarafından Romanya’da bırakılması ardından yaşananları anlatıyor film. Göçmenin hikayesini değil, onu bulup, yardım etmeye çalışan bir Romanyalı’nın hikayesini anlatıyor. Zaten dertli olan başına, bir dert daha ekliyor Nelu. Çeşitli yöntemlerle sınırı geçmesine yardımcı olmayı deniyor. Taraftar grubuna katılıp, ülke dışındaki deplasmana gitmeyi de deniyorlar, yol işçilerine katılıp sınır kapısından geçmeyi de. Göçmenlere uygulanan bu tutuma ve Avrupa Birliği’nin sınır kurallarına eleştiri getiriyor. Hikayesine gerçekten inandıran, karakterlerini sevdiren ve empati kurmayı kolaylaştıran bir yapısı var filmin. Sıradan insanların hayatlarına çok gerçekçi bir şekilde ışık tutuyor. Onların dertlerini, sorumluluklarını, eğlencelerini vs. iyi gözlemlemiş ve başarılı bir set oluşturmuşlar. Özellikle sanat yönetmenini tebrik etmek gerekiyor. Göçmen sadece Türkçe, Nelu da Romence konuştuğu için gürültü sahneler ortaya çıkmış ama dili anlamasalar da, birbirleriyle anlaşıyorlar. Bütün bunların dışında ‘insan olmaya’ da değiniyor film. Günümüzde yardıma ihtiyacı olan birini görünce başına bela almamak için görmezden gelen ve yakınından dahi geçmeyen insanlara, insanlığı öğretiyor biraz da. Kaçak göçmen olduğu için hapse atılması istenen Behran için, “Bu adam size ne yaptı?” diye haklı bir şekilde soruyor polise. Ne yazık ki sadece onun bu duruma kafa tutmasıyla hiçbir şey değişmiyor ve polisler bir hayvan gibi ‘avlamaya’ devam ediyor kaçak göçmenleri. İtalya’nın da Oscar aday adayı (Terraferma) bu konuyu işliyor ama ne bu kadar samimi ve özgün ne de insancıl olabiliyor. Gösterişli bir film olmadığından dolayı son dokuz film arasına, dolayısıyla da son beş filme kalamadı ama izlenmeyi hak eden filmlerden ‘Morgen’.

Read more...

5 Şubat 2012 Pazar

2012 Oscar Aday Adayları 9 – Jodaeiye Nader az Simin (İran)

İstanbul Film Festivali’nde beraber film izleyelim diyen arkadaşıma Cuma günü için 11.00 ve 13.30 seanslarına bilet almıştım. İlk film çok çok kötü çıkınca, ikinci film yani ‘Bir Ayrılık’ için “Bu çok iyi bak, izlediğin en iyi filmlerden olacak” dediğimi hatırlıyorum. İyi çıkmasını bekliyordum; sonuçta Berlin’den büyük ödülle dönmüş bir filmdi ama gerçekten hafızamdan silinmeyecek sahnelerle dolu, bu kadar başarılı bir film beklemiyordum. Asghar Farhadi’nin bir önceki filmi ‘Darbareye Elly’ de iyi eleştiriler almıştı ama izlememiştim nedense. Onu da izledim daha sonra ve ona da bayıldım. Neyse, ‘Bir Ayrılık’a dönecek olursak; bu senenin en çok konuşulan filmlerden biri sanırım. İzleyip de beğenmeyen çok fazla insan olacağını sanmıyorum. Daha filmin başlangıcında yükselen tempo, hiç düşmüyor. Seyirciyi kendisine bağlıyor ve film boyunca düşünmeye zorluyor. Sadece izlediğiniz filmlerden değil kesinlikle. Sevmeye başladığınız karakteri beş dakika sonra sizin gözünüzde düşürüp, yirmi dakika sonra ise “ama aslında nedeni varmış” dedirtebiliyor ve sonra yine aynı döngüyü uygulayabiliyor. Karakterleri sütten çıkmış ak kaşık ya da şeytanın ikizi olan filmlerden değil, karakterleri insan olan bir film bu. Dünyanın neresinde olursa olsun insan hep aynı düşüncesini pekiştiriyor. Din konusuna giriyor, adalete el atıyor, ilişkilere değiniyor, kısacası insana dair her türlü duyguyu işliyor denebilir. Ustaca yazılmış bir senaryosu, izleyeni merağa sürükleyen ve sürekli şaşırtan bir kurgusu var. Senaryo ve kurgudaki bu başarı filme dinamik bir özellik katmış. Nasıl bittiğini anlamıyorsunuz. Bu akıcılığının bir diğer mimarı ise oyunculuklar. Bütün oyuncular ödüllük performanslar sergiliyorlar ama sanırım senaryo ve filmin genel başarısından ötürü biraz geri planda kaldı oyunculuklar. Hakkında söyleyecek çok şey var ama bi’ tanesini yazmak isterken, diğeri geliyor aklıma; bir türlü yazamıyorum. Kısacası Oscar’ın en büyük favorisi ve senenin en iyi filmlerinden biri.

Read more...

4 Şubat 2012 Cumartesi

2012 Oscar Aday Adayları 8 – Sykt Lykkelig (Norveç)

Kuzey Avrupa’dan çıkan filmlere karşı nedenini tam anlatamadığım bir sempatim var. Bu beğenim benim izleme fırsatı bulduklarımın genelde en iyi örnekler olduğundan ama olsun. Onların kullandıkları renkler, hayata bakışları, mizahları farklı ve samimi geliyor bana her seferinde. ‘Sykt Lykkelig’ de benim yüzümü kara çıkarmadı. İlişkiler üzerine yapılmış başarılı bir dram-komedi, bir kara mizah. Kara mizah derken ‘Olacak o kadar’ gibi bir şey gelmesin aklınıza. Norveçli, tek çocuklu, sorunları olan bir çift ve onların hemen yanındaki eve taşınan Danimarkalı, görünüşte ‘mükemmel’ çiftin ayrı ayrı ve giderek iç içe giren ve sonraları karmaşıklaşan ilişkilerini anlatıyor film. Çok başarılı bir senaryosu var. Aslında her şeyi gözler önüne seren ama ilk izleyişinizde çözemeyeceğiniz detaylar çok akıllıca. Klasik karakter özellikleri kullanarak aslında bambaşka karakterler yazmış senarist. Yönetmen ve oyuncuların başarısı ile birlikte güzel işleyen bir film çıkmış ortaya. Filmi izlemeye başladığınız zaman, klasik bir hikaye gibi gelmesi çok normal ama göründüğünden çok daha derin bir hikayesi var bence. İlişikiler üzerine konuşurken film, bir yandan da çocukları kullanarak direkt mesajlar vermeyi de ihmal etmiyor. Anne-babanın ilişkisinin çocukları nasıl etkilediğini gösteriyor ama hiçbir zaman çocuklar üzerinden ajitasyon yapmıyor. Bu noktada benim bir kez daha gönlümü alıyor. Değinilmesi gereken bir noktada filmin müzikleri. Bazı Avrupa filmlerinde İngilizce şarkı seçimi yakışmıyor ama burada anlatılan hikaye çok daha evrensel, o yüzden yakışmış müzikler. Filmi izleyen çoğu kişinin, film bitiminde müziklerini araştıracağını düşünüyorum. Sonuçta son beş film arasına kalamadı ama keşke kalsaydı. Bu tarz filmlere daha çok önem verilmeli bence.

Read more...

3 Şubat 2012 Cuma

2012 Oscar Aday Adayları 7 – Violeta Se Pue A Los Chielos (Şili)

Yabancı film dalında oscar aday adaylarını izlemek için aday listesini açtığımda gözüm ilk olarak Şili’yi aradı. Öyle çok fazla Şili filmi izlemedim ama birkaç senenin adaylarını izlemiş ve beğenmiştim. Genelde ‘ödül alabilecek’ filmler yerine küçük bütçeli, bağımsız filmleri göndermeyi seçiyorlar; ve hoşuma gidiyor bu durum. Oscar adayı olan ‘Pina’ gibi bu film de, bir sanatçıya ithafen yapılmış. Yalnız bu filmde belgesel tarzı uygulanmamış. Şilili sanatçı Violeta Parra’nın hayatını anlatıyor. Tanımlamanın zor olduğu biri Violeta Parra. Bir müzisyen, bir şair, bir ressam ve daha nicesi. İçinden gelen her şeyi yapıyor. Yaptığı her işte de başarılı oluyor çünkü yaptığı her şeyi insanlar için yapıyor ve içinden geldiği gibi yapıyor. Kişilik olarak çok günlük hayatta gördüğümüz insanlardan çok uzak. İnsanların genelde aradıkları şeylerle işi yok onun. Para ve güç aramıyor, aşk ve daha güzel şeyler arıyor sürekli. Ruh hali her an değişebiliyor; çocuklarını bile geride bırakıp, yapmak istediğini yapmaya gidebiliyor. O hep yaptığı işte daha iyi olmayı ve yaptığını daha çok insana anlatmaya çabalıyor. Eksikliğini hissettiği, onun için en önemli şey ise aşk. Hakkında şarkılar yazıp, söylese, resimler yapıp, nakışlar dikse de, aşksız olmuyor. Violeta Parra böyle biri ve onun yaklaşık 50 yıllık hayat hikyesine konuk oluyor yönetmen. Bunu sürekli yanında duran bir arkadaşıymış gibi, mesafesini arttırmadan yapıyor. Ben beğendim filmi ama bir başyapıt değil kesinlikle. Filmlerde olaylardan başka şeyler arayanların daha çok seveceği, güzel bir film. Daha çok Şili filmi izlemek gerekiyor sanırım.

Read more...

2 Şubat 2012 Perşembe

2012 Oscar Aday Adayları 6 – Pina (Almanya)


Fransız sineması daha çok övülse de, ben Alman sinemasını nedense bir tık daha önde görüyorum. Neredeyse her sene oscar yarışına iddaalı bir film gönderiyorlar. Keza bu sene de öyle. Pina Bausch’u anmak adına yapılan müzikal-belgesel, bir çok festival gezdi, birçok ödül, bol bol da övgü aldı ve sonunda oscar adayı olmayı başardı. Ben filmde izlediğimiz tarzda bir dans türüne alışık değilim, pek alışmasam da iyi olacak sanırım. Türkiye’de izleme fırsatı bulabileceğimi pek sanmıyorum. Alışık olmamama rağmen, filmden inanılmaz zevk aldım. Belgesel türünün de pek fanı olmadığımdan dolayı, bu filmi izlemeyi sürekli erteliyordum. Şimdi biraz kızıyorum kendime bu yüzden. Dansçıların canlandırdıklarını sahneler çok duygu dolu, çok gerçek ama onun dışında bu tarz danslardan zevk almayan biri bile filmi zevkle izleyebilir. İnanılmaz akıcı bir kurguya sahip. İçinde bulunan herkesin gerçekten bu işe inandıkları çok belli ve bu performanslarına da yansımış. Sadece işini iyi bilen bir grup insan böyle güzel bir film yapamaz bence. Gerçekten bu filmi yapmak istedikleri belli ve bu samimiyet filmi beğenmemdeki en büyük etken. Evet film çok güzel, hatta büyük ihtimalle geçtiğimiz senenin en iyi filmlerinden biri ama karşısında çok büyük bir rakibi var, ‘Bir Ayrılık’. Bu yüzden ödül şansını düşük görüyorum ama yabancı film kategorisinde sürprizler olabiliyor. Geçtiğimiz senelerde bolca oldu bu tarz olaylar. Ödülü ‘Bir Ayrılık’a vermezlerse inşallah ‘Pina’yı seçerler.

Read more...

2012 Oscar Aday Adayları 5 – Pa Negre (İspanya)

İspanyol sinemasını seviyorum sanırım. Her türlü konuda güzel film çıkartıyorlar ama yaşadıkları iç savaş dönemini anlatan filmleri hep ön plana çıkıyor. O yüzden oscar aday adayının yine bu konuda olması abes kaçmıyor hatta ‘Katalanca’ bir film göndermeleri benim için büyük sürpriz oldu. Randevu İstanbul’da gösterildi ‘Pa Negre’. Son beş film arasına kalamadı, zaten öyle çok alkışlanacak bir film de değil ama izlenebilir. Yine çocuk üzerinden anlatılan bir savaş hikayesi. Aslında savaşın sonrasını anlatıyor. Biraz zengin-fakir işlerine giriyor, biraz da soyut kavramlara giriyor; hafif çorba yapıyor sanki. Aralarına belirgin bir çizgi çekemiyor bir türlü. Bir ordan bir burdan anlatıyor. Yönetmenin katmaya çalıştığı fantastik hava çok yakışmış filme. Görüntüler, geçişler filmin anlattığı zamanlara iyi oturmuş. Oyuncular açısından ise maalesef çok şansızmış yönetmen. Bir-ikisi hariç sağlam ve tutarlı bir performans sergileyen yok. Belki de senaryonun dengesizliğinden olabilir ama hepsi bir karakter oluşturmaktan çok, sadece senaryoda yazanı oynamaya çalışmış gibi. Sonuçta filmin son beşe kalmaması normal; izleyicisine pek bir şey sunmuyor yeni olarak.

Read more...

1 Şubat 2012 Çarşamba

2012 Oscar Aday Adayları 4 - Los colores de la montaña (Kolombiya)

Kolombiya’nın seçimi de, pek bir özelliği olmayan, sırtını içerdiği politik konusuna dayayıp, ödüller bekleyen bir film. Türkçe altyazısında ‘Gökkuşağı Dağı’ olarak çevirilmiş ama ‘Dağın Renkleri’ anlamına geliyor ismi. Bizlere pek yabancı olmayan olaylar yaşanıyor aslında filmde. 80li yıllarda Güneydoğu’da yaşanan olaylara çok benziyor. Ülkede iç savaş var, köylerde yaşayanlar ise gerilla ve asker arasında kalmış. Tarafsız kalmanın imkansız olduğu zamanlar. Bunları anlatırken de, küçük bir çocuğun dünyasına konuk oluyor film. Artık bu tarz filmleri çocuk ağzından anlatmak farz oldu. Başka türlü yapınca yeteri kadar dramatik olmuyor herhalde. Filmi ‘acıklı’ hale getirmek için fazla kasmışlar. Mayınlı bölgeye kaçan çocukların topu, gerilla abisinin kardeşine gönderdiği mermiler, köylerinden göç etmek zorunda kalan çocukların okuldan bir bir ayrılması gibi olaylar çok yapmacık duruyor filmde. Aslında bu olaylar ‘klasik’ olarak da nitelendirilebilir herhangi bir filmde ama klasik ile klişe arasındaki çizgiyi bayağı fazla geçmiş ne yazık ki. Yönetmenin çocuk oyunculardan aldığı verim de pek iyi sayılmaz. Kimi zaman inandırıcı olabilirken, kimi zaman da filmden kopmaya neden olabilecek kadar yavaş ve kötü performanslar var. Sonuç olarak vasat bir film çıkmış ortaya. Kolombiya’nın filmin politikliğinden medet umarak göndermesi biraz basitçe kaçmış. İzlenmese bir şey kaybedilmeyecek bir film.

Read more...

25 Ocak 2012 Çarşamba

2012 Oscar Aday Adayları 3 - Terraferma (İtalya)


İtalyan sinemasını sevemedim bir türlü. Sanırım son yıllardaki en başarılı yönetmenleri Ferzan Özpetek. Onun filmleri dışında kayda değer bir İtalyan filmi izlemedim desem yeridir. Hepsi çok kötü, izlenmeyecek filmler demek değil istediğim. Karakteri olan, izleyeni etkileyen, anlatacakları olan filmlerden bahsediyorum. Terraferma'nın anlatacakları var aslında. Afrika'dan deniz yoluyla İtalya'ya(Avrupa'ya) girmeye çalışan göçmenleri anlatıyor. Bunu yaparken de odağına balıkçılık yapan bir aileyi koyuyor.Bu aile bir gün denize açıldıklarında, bir gemi dolusu kaçak göçmen görmeleriyle başlıyor bütün olaylar. Sahil güvenliğe haber veriyorlar vermesine de, hamile olan bir kadını polise teslim etmeyi doğru bulmuyorlar ve evlerinde saklamaya başlıyorlar. Gemiye aldıkları birkaç diğer göçmen yüzünden başları polisle derde giriyor. Tekneleri mühürleniyor vs...
Dikkat çekmek için yeterli bir konusu var filmin ama bunu işlemeyi beceremiyor maalesef. Bütün olaylar klasik bir şekilde, olması gereken sırayla gerçekleşiyor. İçi klişelerle dolu nutuklar atılıyor, aralara 'biraz da eğlenelim' tadında çok kopuk sahneler koyuluyor; kısacası olmuyor. Elindeki konuya farklı açıdan yaklaşamıyor. Yönetmen garanti yolu seçmiş ama bence onu bile başaramamış. Belki birazı İtalyancanın bana garip gelmesinden olabilir ama oyunculardan beğendiğim olmadı. Onlar da - belki de yönetmenin tavsiyesiyle- daha önce izledikleri karakterlere benzemeye çalışmışlar. Sonuç olarak, sıradan kurgusu, klişe olay örgüsü ve kötü oyunculuklarıyla vasat bir film çıkmış ortaya. Oysa ilk sahne bittiğinde, güzel bir film izleyeceğime sevinmeye başlamıştım ama devamını getiremedi maalesef. Bu filme kim, neden ödül verir bilemiyorum. İtalyan sinemasına olmayan sevgim daha da azaldı diyebilirim. İtalya'ya bir tane daha yönetmen versek iyi olacak gibi, bir Ferzan'a daha ihtiyaçları var.

Read more...

24 Ocak 2012 Salı

2012 Oscar Aday Adayları 2 - Rundskop (Belçika)


Belçika'nın adayı Rundskop, birkaç saat önce açıklandığı üzere son beş film arasına girmeyi hak edenlerden. Filmin büyük festivallerde kazandığı bir başarısı yok, yönetmenin tanınmışlığı da yok; hatta ilk uzun metrajı ama Oscar adayı oluverdi. Belçika'da dil sınırında bir kasabada geçiyor film. Hayvan yetiştiriciliği ve bu sektörün perde arkasını konu edinir gibi görünüp, daha çok insani bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Pan'ın Labirenti'ni sevmemin büyük bir nedeni de burada da olduğu gibi 2 farklı hikayeyi çok dengeli bir şekilde anlatmasıydı. Burada iki hikayeden kastım, 1-Hayvan yetiştiriciliği, 2-ana karakterimizin yaşadıkları. Aslında sıkı sıkıya bağlanmış gibi gözükseler de, yönetmen bir şekilde ayırmayı becermiş bunları. Ana karakterini oluşturmakta inanılmaz başarılı film. Çok güzel yazılmış, bizlerin önüne serilmesi de çok başarılı. Ana karakterin motivasyonlarını, ruh halini anlamamız için tercih edilen kurgu tekniği başarılı. Yapılmamış, orjinal bir şey değil ama amacına çok güzel hizmet ediyor. Başrol oyuncusuna da bu güzel karakteri oynamak kalıyor. Hakkını yemeyelim; o da gerçekten sağlam bir performans ortaya koymuş. Yaptığı bazı jestler, yönetmenin mi yoksa onun fikri mi bilmiyorum ama bütünüyle karakterini oturtmuş. Boğa-insan karışımı bir canlı çıkmış ortaya. Bazen sadece içgüdüleriyle hareket ediyor, sinirlendiğinde kafasını bir yerlere dayayıp nefes alıp veriyor. Çok güzel detaylar oluşturmuşlar. Yalnız yan karakterleri oluşturmada biraz eksik kalmış sanki. Bazı önemli olması gerekenler atlanmış, çok üzerlerinde durulmamış gibi. Genel olarak bakıldığında, bu yönetmenin ilk uzun metraj denemesi ve ortaya çıkan iş muazzam.

Read more...

23 Ocak 2012 Pazartesi

2012 Oscar Aday Adayları 1 - Bir Zamanlar Anadolu'da (Türkiye)


Türkiye'nin adayı Nuri Bilge'nin son filmi "Bir Zamanlar Anadolu'da"oldu. Geçtiğimiz senenin en çok ses getiren Türk filmi oldu diyebiliriz herhalde. Reha Erdem'den de ses çıkmayınca yılın en iyi filmi de diyebiliriz rahatlıkla. Nuri Bilge'yi çok beğenmezdim aslında. Biraz yapay, fazla kuralına göre gelirdi filmleri. Bir önceki filmi "Üç Maymun"u da hiç beğenmemiştim mesela. Bu sefer başka ama. Bu sefer her şeyi tam yapmış Nuri Bilge. Türk sinemasında en iyi film listelerine rahatlıkla girecek bir film. Çok gerçek bir atmosfer, başarılı oyuncu seçimi ve yönetiminin getirdiği sağlam oyunculuklar filmi taşıyan özellikler. Bence en önemlisi ise diyaloglardaki başarısı. Hepsi inandırıcı, hepsi amaca yönelik. Kimse boşa konuşmuyor, kimse konuşurken uçmuyor da. Her türlü izleyicinin zevk alabileceği türden diyaloglar mevcut. Birkaç kamera açısı beni rahatsız etti ama sadece o kadar.


Nuri Bilge'nin yapımcısı Zeynep Özbatur aslında işini bilen, iyi yapan biri ama oscar konusunda biraz eksik kaldı sanırım. İki buçuk saatlik, nispeten yavaş ilerleyen bir filmin oscar adayı olması zor tabi ama gerçekten çok başarılı bir film bu ve en azından kısa listeye girmeyi hak ediyordu bence. Türkiye adına "Bir Zamanlar Anadolu'da"nın gönderilmesi en mantıklısıydı. Olmadı ama olsun. Hem senenin en iyisi, hem de yurt dışında en çok bilinen yönetmenimizin filmi. Nereden baksan doğru bir karar seçilmesi. Bir sonraki sefere demekten başka bir çare yok artık. Belki de bir sonraki filminde Meltem Cumbul'u oynatır da şansı daha çok olur.

Read more...

21 Ocak 2012 Cumartesi

Dreileben



Bu tarz işleri seviyorum. Bir konu, 3 farklı yönetmen, 3 farklı hikaye... Aynı ortamda geçen, birbirine bir noktada bağlı 3 bambaşka film. Alman televizyonları için yapıldı filmler ama İstanbul'da fırsatı oldu. Goethe Institut bu üçlemeyi İstanbul'dakilerin seyrine 2 kez sundu ve ikisini de şehir dışında olduğum için kaçırdım. Fırsat bulup izleyebilenler eminim daha çok zevk almışlardır.

Bir ana konunun etrafında dallanan farklı hikayeleri anlatıyor filmler. Hasta annesini ziyarete getirildiği hastaneden kaçan bir katil; 3 filmin de tek ortak noktası bu karakter.


Üçlemenin ilk filmi "Etwas Besseres Als Den Tod", son yıllarda yaptıkları ile benim için 'merak edilen' Alman yönetmen Christian Petzold tarafından yönetiliyor. Sanırım üçlemenin en iyi ayağı da bu film oluyor. Bir hastane çalışanın, tanıştığı göçmen bir kızla başlayan ilişkisine, arzularına, hırslarına ve bu arzularına ulaşmak için yapabileceklerine odaklanıyor. Yönetmenin ortam yaratmadaki başarısı sayesinde çok kolay inanılıyor, çok kolay içine girilebiliyor filmin. Gri-mavi tonlar yakışıyor filme, bazen olabildiğince soğuk bazen de samimi. Uzaktan çekimler ve dış sesler ile verilen 'gözetlenme' duygusu, bu ilişki yaşanırken dışarıda hala bir katilin olduğunu hiç unutturmuyor izleyiciye. Güzel yazılmış diyaloglarıyla, seyirciyi düşünmeye sevk eden gerilimli bir film çıkartmış ortaya yönetmen.

2. film "Komm Mir Nicht Nach"ın yönetmeni ise Dominik Graf. Katili yakalamak için şehre gelenbir kadın polis memuru etrafında gelişen olayları konu ediniyor film. Polis memuru orada yaşayan kız arkadaşının evinde kalmaya başlıyor ve böylelikle eski defterler açılıyor. Bence çok fazla noktaya değinmeye çalışıyor ve konudan uzaklaşıyor. Bir şekilde hepsini bir sona ulaştırmaya çalışıyor ama ne kadar başarılı oluyor bu konuda, tartışılır. Böylece serinin en zayıf filmi oluyor maalesef.


3. film "Eine Minute Dunkel" ise hep konuşulan, her iki filme de konu olan katile odaklanıyor. Katilin kaçışını izliyoruz film boyunca. Kaçış sırasında onun kişiliğini, onu bunları yapmaya iten motivasyonları görüyoruz teker teker. Orman içinde katil ile birlikte kayboluyoruz, beraber kaçmaya çalışıyoruz. Yönetmen, katile sempati uyandırmada çok başarılı. Diğer türlü çekilmez bir film olurdu herhalde. Sonuç olarak başarılı bir kaçış filmi çıkmış ortaya.

Birkaç ay önce nete düşmüşlerdi ama daha altyazıları yoktu. Artık altyazıları da mümkün sanırım. İzlememek için bir sebep yok. Alman sinemasını sevenler için büyük bir eğlence olacak, bilmeyenler için ise güzel bir başlangıç.

Read more...

  © Blogger templates ProBlogger Template by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP