2 Ekim 2010 Cumartesi

FilmEkimi 2010

Emek Sineması olmadan FilmEkimi biraz garip olacak bu sene. Emek'in boşluğunu 4 sinema ve normalden daha fazla filmle doldurmaya çalışmışlar. Önceki senelerdeki Gala filmlerinin sadece tek gösteriminin 15 tl olduğu ve diğer seansların normal seanslar olarak değerlendirildiği uygulamayı kaldırmışlar ne yazık ki. O yüzden büyük ihtimalle gösterime girecek bu Galalar yerine başka filmler izlemek daha mantıklı geldi bana. Coppola'nın "Somewhere"ini ya da Ben Affleck'in "The Town"unu merak etmediğimden değil gereksiz pahalı olduğundan listeme almadım bu sene. Galalar içerisindeki en ilgi çekici film ise "Lung Boonmee Raluek Chat". Çeşitli yollardan izlemeyi dört gözle bekliyorum.

En çok ilgi gören filmlerden ikisi "Happythankyoumoreplease" ve "Certified Copy" oldu galiba. Saat 9.15'te girdiğimiz sıradan bir yere varamayacağımızı anlayıp, "neyse parası vericez artık" dedikten sonra gittiğimiz Biletix'te bile zar zor bilet bulabildik. Josh Radnor'ın "HIMYM"daki karakterinden hazzetmesem de Sundance'te seyirci ödülü almış olmasına karşı koyamadım. Certified Copy ise Binoche'e karşı olan duygularımdan dolayı girdi listeme. Hideo Nakata'nın "Chatroom"u imdb kullanıcıları tarafından pek beğenilmese de beni kendisine çekti. Kick-Ass'te iyi oynayan Aaron Johnson'ı bambaşka bir rolde izlemek de güzel olacak. Sadece konusuna bakarak seçtiğim filmlerden biri "The Tree". Böyle bir konudan çok sade ama çok derin bir film çıkacak gibi geliyor. Programıma uyan ucuz seansı da oldu, iyi oldu.

"Şeytanı Gördüm" başrolünün hatrına izlenecek filmlerden. "İhtiyar Delikanlı" olan Choi Min-Sik oynuyorsa ve film +18 ise gidilmeli diye düşündüm. Montpensier prensesi hiç ilgimi çekmiyordu aslında ama Gmall- Beyoğlu ve tekrar Gmall yapmak istemediğim için mecbur araya girdi.

Almanca konuşulsun ama isterse çamurdan olsun mantığıyla hareket edip bilet aldığım "Hırsız" beni hayalkırıklığına uğratmaz inşallah. Aldığım son film ise "Duyarlı Evlat". Saraybosna Film Festivali sevdiğim bir festival. Orada ödüllenen filmleri izlemeyi seviyorum, e birde "başka ne zaman macar filmi izleyebilicez ki?" diye düşününce listeye eklemem zor olmadı.

Bunlar haricinde daha bir sürü güzel filmler var. Bu sene program çok dolu ve nasıl yapıldı bilmiyorum ama reklamı da çok iyi yapılmış olacak ki, daha önce hiç görmediğim kadar uzun bir kuyruk vardı bugün. Bu sene kuyruğa girmekte biraz geç kaldık belki ama yine de çok uzun bir kuyruk vardı. Üniversitelerin kontenjanları arttıkça "eski liseli - yeni hazırlık" arkadaşlar akın etmiş olacak herhalde FİlmEkimi'ne. Artık kuyrukta beklemeye alışmış biz, bu sefer 2 saatin ardından vazgeçip Biletixe yöneldik. Eğer bekleseydik istediğim filmlere bilet alamazdım herhalde. Biletix gişesine sabah gazetesini okurken festival hakkındaki haberi görüp, elinde gazete, gişe görevlisiyle birlikte film seçen ablalara hiçbir şey diyemiyorum. Sıra havasını yaşattılar bizlere sağolsunlar.

Read more...

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Glee - Brittany / 2




Brittany: You look terrible. I look awesome.

Annoying Orange : It's funny because it's true

Read more...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kısa kısa - Linkereoever - Chloe - Requiem


Requiem

Hans-Christian Schmid kesinlikle takip edilmesi gereken yönetmenlerden. Imdb'ye bakarak bile bunu söylemek mümkün. Alman sinemasına olan merakımı arttıran adamlardan birisi. Karakteri ele alışı çok mükemmel. Gerçek bir hikayeyi daha ne kadar iyi senaryolaştırabilirlerdi bilmiyorum. Filmin içeriğinden dolayı gelen dehşetle birlikte hayran hayran izledim filmi. En kısa zamanda bütün filmleri izlenecekler listesinde artık.

Chloe

Akbank galası olmasa festivalde izlemeyi düşünüyordum ama daha fazla para vermek istememiştim. Kadrosundaki Amanda Seyfried'in neden bu aralar bu kadar popüler olduğu sorusunu bir daha aklıma getirdi. Film neredeyse onun performansına bakıyor ama o istenileni veremiyor maalesef. Konusu çok orjinal gelmese de gayet ilgi çekici, kadrosunda Julianne Moore, Liam Neeson gibi isimler varken ortaya çıkan iş ortalamanın biraz üstü.

Linkeroever

Avrupa'dan çıkmış eli yüzü düzgün bir korku filmi. Aslında tam korku filmi değil ama o yönüde var. Belçika'da hangi dili konuştuklarını bir türlü çözemedim ayrıca. Bazen ingilizce, bazen almanca duydum bazen de fransızca duydum sandım. Bu Flemence ortaya karışık bir dil herhalde. Hakkındaki uzun yazım şurda

Read more...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Glee - Dream On

Read more...

11 Mayıs 2010 Salı

The Big Bang Theory - Bazinga

Read more...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Snijeg / Snow


Son zamanlarda Bosna’da çekilen nadir filmlerden biri “Snijeg”. Film daha önce iki kısa filmi bulunan Aida Begic’in ilk uzun metraj denemesi. Senaryo yazımında pek küçük sayılamayacak bir grupla beraber çalışmış. Kendisi şehirde büyüdüğü ve köyde oturan yakın akrabası olmadığından, film için çok fazla araştırma yapmış ve güzel bir senaryo için beş kişilik bir ekip oluşturmuş. Filmde birçok önemli karakter var; ama tam anlamıyla başrol diyebileceğimiz tek karakter olan Alma’yı Zara Marjanovic canlandırıyor. Tam bir festival filmi olarak adlandırılabilir. İlk olarak Cannes Eleştirmenler Haftası’nda gösterilip büyük ödülü aldıktan sonra, neredeyse gösterilmediği önemli festival kalmamış filmin. Toronto, Berlin, Varşova bunlardan sadece birkaçı.


94-95 yılında Bosna’da yaşanan savaştan yaklaşık 2 yıl sonrasından başlıyor anlatmaya yönetmen. Savaşta bütün genç erkekleri öldürülen bir Bosna köyündeki, kadınların mücadelelerini, savaşın arkasında bıraktığı etkileri sunuyor önümüze. Köyde sadece iki erkek kalmış. Birisi korktuğu zaman saçı uzayan bir çocuk, diğeri ise köyün tek yetişkin erkeği olan yaşlı bir dede. Kadınlar reçel, turşu ve benzeri konserveler yapıp satarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar; ama bu pek de mümkün olmuyor, çünkü yakın çevrede onların ürünlerini alabilecek pek fazla insan yok. Ana yola satışa çıktıkları bir gün, ürünlerine çarpan tırın şoförü Hamza, birkaç gün sonra tekrar gelip mallarını dağıtma sözünü verince tekrar ümitleniyorlar. Sadece Alma’nın üzerine yoğunlaşmıyor film, diğer yandan köyün diğer kadınlarının daha cesetlerini bile göremedikleri kocalarının / babalarının / çocuklarının acılarıyla nasıl baş etmeye çalıştıklarını da anlatıyor. Köyün bu yarı ümitli – yarı huzurlu hali köyü satın almak için gelen kişiler tarafından bozuluyor. Kimisi teklif edilen ciddi miktarda parayı almayı düşünürken, kimisi köyünü terk etmemekte ısrar ediyor.

Karakter oluşturmakla ve köyü tanıtmakla geçen ilk sakin yarım saatin ardından, köye gelen emlakçılarla birlikte daha gergin bir ortam oluşturuyor film ve ikisini de çok iyi başarıyor. Her karakter için ayrı renkler seçilmiş. En göze batanı ise Alma’nın rengi olan mavi. Özellikle birkaç kez tekrarlanan abdest alma sahnesindeki mavi renk cidden göz alıcı. Çoğunlukla kapalı ya da dar ortamlarda geçiyor film, bu durum kamera açıları açısından çok fazla çeşitlilik sağlamıyor; ama daha önce bahsettiğim abdest sahnesindeki kamera kullanımı ve yakalanan renk uyumu yönetmenin yeteneğini gözler önüne seriyor. Yönetmenin filmdeki en büyük başarısı ise oyuncu yönetimi. Filmde sırıtan oyunculuk hiç yok. Her karakter için özel olarak çalışıldığı ve üzerine çok düşüldüğü çok belli. Özellikle ana karakter Alma, filmi performansıyla sırtlıyor diyebiliriz. İçten içe bir şeylere güvenmek isteyen, korkan; ama bunu kesinlikle belli etmeyen birini daha iyi canlandıramazdı herhalde. Karakterler gerçek hayattan esinlenerek yaratılmış. Örneğin korktuğu zaman saçları uzayan çocuğun hikâyesini şöyle anlatıyor yönetmen.

“Savaşı başından beri yaşayan bir arkadaşım vardı. Çok küçükken saçları uzundu ve bir kız gibi gözüküyordu. Kız gibi gözükmesi onun hayatını kurtardı; ama babasının ölümünü izlemek zorunda kaldı. Bu olay korktuğu zaman saçı uzayan ve böylelikle kamufle olan bir cinayet tanığı yaratmamda etkili oldu.”


Karakterlerin çok gerçek ve inandırıcı olması, filmin insan üzerinde bıraktığı etkiyi daha da derinleştiriyor. Yönetmenin olaylara ve karakterlere uzaktan bakışı ve filmi sadece bir cesaret hikâyesi, sadece yaşadıkları onca şeye rağmen hala dimdik ayakta kalan kadınların filmi yapmayışı, filmi benim gözümde daha da yüksek bir yere koydu. Hem Bosna’da kalanların yaşadıklarını görmek hem de her açıdan oldukça başarılı bir film izlemek isteyenler için harika bir seçim “Snijeg / Snow”.

Read more...

7 Mayıs 2010 Cuma

Glee - Brittany

Read more...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Özlem Tekin - Sen Anla



Ben üzülmem, sen ağla
Dert dinlemem, anlat orda burda
Çoktan ayrılmışız aslında
Ben söylemem, sen anla

Böyle Özlem Tekin sözlerini daha çok görmek istiyorum. Başı dik, lafı dolandırmadan anlatan şarkılar....

Read more...

2 Mayıs 2010 Pazar

Trucker

Geçen senenin en görmezden gelinen filmlerinden biri bence ‘Trucker’. Bağımsız sinemanın geride bıraktığımız senedeki ‘Frozen River’ı olmaya aday filmiydi ama ‘Frozen River’ın yakaladığı başarıyı ne yazık ki yakalayamadı. Birçok açıdan benzerlikler kurulabilir iki film arasında. Evin erkeği rolünü üstlenmiş kadınlar, anne-çocuk ilişkisi ve bağımsız olmaları gibi. Böyle anlatınca, sanki ödül almak için, bir formül kullanılarak yapılmış bir film olarak görünüyor ama bana kalırsa hiçte öyle değil. Filmin hem senaristi hem yönetmeni olan James Mottern’in ilk uzun metraj denemesi ve bir ilk film için çok iyi bir iş çıkarmış. Mottern’in yaptığı ilk doğru iş oyuncu kadrosunu doğru seçmek olmuş, özelikle başrol oyuncularını. Daha önce ‘Kiss Kiss Bang Bang’, ‘Gone Baby Gone’ ‘Mission: Impossible 3’ gibi filmlerde hep yardımcı rollerde ama iyi performanslarına tanık olduğumuz Michelle Monaghan bu sefer başrolü kapmış. Onun çocuğu rolünde ise bu aralar çok popüler olan Jimmy Bennett’i (Orphan, Star Trek) izliyoruz. Yardımcı rollerde de Nathan Fillion, Benjamin Bratt gibi isimler var.


Bir motel odasında açılıyor film, genelde bir erkeğin sahip olabileceği eşyaları görüyoruz ve ardından sevişen bir çift. Bu kez, işleri bittikten sonra eşyalarını toplayıp giden taraf kadın oluyor. Bu kadın ( Diane) bağlanmaktan korkan, bir kadından çok erkek gibi hareket eden bir kamyon şoförü. Yaptığı işe devam edebilmesi içinde böyle olması gerekiyor. 10 sene önce çocuğu daha bebekken, eşini ve çocuğunu bırakıp, istediği bağımsız hayatı yaşamaya başlamış ve bu 10 sene içinde çocuğunu hiç görmemiş. Eski kocası bağırsak kanseri olup, kocasının sevgilisinin ailevi nedenlerden dolayı Peter’a bakamayacağı için, Peter belirli bir süre annesiyle beraber yaşamak zorunda kalıyor. Bu durum hem Diane hem Peter için pek hoş bir durum olmuyor tabi ki. Diane işi ve kişiliği gereği bu durumdan rahatsız oluyor. Peter ise 10 sene boyunca kendisini görmemiş annesiyle olmaktan pek memnun değil doğal olarak. İkisi de keçiden beter derecede inatçı olan bu iki kişinin birbirine alışması ve birlikte yaşamayı öğrenmelerini anlatıyor film. Birbirleriyle geçirdikleri bu inişli, çıkışlı halleri izliyoruz. Diane’nin en yakın ve tek arkadaşı olan Runner’ın arada sırada kadraja girmesiyle daha eğlenceli bir filme dönüşüyor. Filmin en vurdum duymaz insanı gibi görünüyor Runner ama filmin en mantıklı, anlamlı sözleri hep onun ağzından ya da onun bulunduğu sahnelerde çıkıyor.

Filmin konusunu düşününce, insanın aklına duygu sömürüsü yapan, durup durup ağlatan bir film gelebilir ama bundan özellikle kaçınıyor Mottern. Özellikle bittiği sahne bunun çok büyük bir göstergesi. Mottern’in başarılı olduğu bir diğer şey ise karakter oluşturmak ve oyuncu yönetimi. Bütün karakterler empati kurabileceğimiz türden, açık kişiler. Hiçbir hareketlerine “E bunu niye yaptı şimdi?” diyemiyoruz. Bütün hareketlerinin nedenleri açık, ve bunları bizim anlamamız sağlanmış. Oyunculuklar ise filmin en büyük artısı bana kalırsa. Michelle Monaghan kesinlikle ödüllere layık bir performans koyuyor ortaya. Benim filmi bulup, izlemem de kendisinin aldığı bir ödüle dayanıyor zaten. İmdb’nin hazırladığı Oscar’a hazırlık kapsamında hangi ‘Film Critics Society’ kime ödül vermiş listesinde görüp, merak ettim filmi. En azından bir Oscar adaylığı verilmeliydi kendisine diye düşünüyorum ayrıca. Jimmy Bennett de ‘ağzına iki tane çakılacak çocuk’ rolünde güzel oynuyor denilebilir. Diğer yardımcı oyuncular ise kendilerinden istenileni veriyorlar sadece ama bu yeterli oluyor kesinlikle. Filmin tek eksiği ise karakterler arasındaki geçmişi biraz eksik tutması. Özellikle Runner ve Diane’in geçmişi üzerine biraz daha durulmalıydı gibi geliyor bana. Filmin genelinde toprak tonları kullanılmış, ve hafiften yol filmi sayılabilecek bu filme yakışmış bu tonlar. Sözün özü birbirlerine karşı olan inatlarını kırmamaya çalışan anne ve oğul’un hikayesini anlatıyor film. Ki bu inadın, Diane’nin çocuğuna ‘hey’ ve ‘kid’ diye seslenmesinden, Peter’ın da annesine bir kere bile ‘anne’ dememesinden ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir. Bağımsız filmler sevenlerin hoşuna gideceğini düşünüyorum, en azından sadece Michelle Monaghan’ın hatrına bile izlenebilir.


Read more...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

The Office - Kelly

Read more...

29 Nisan 2010 Perşembe

Özlem Tekin - Bana Bi'şey Olmaz


Babasının arkadaşları dalga geçiyordur herhalde "senin kız 'bir şey'in yazılışını bilmiyor mu? öğretmedin mi?" diye. Neyse, nerden aklıma geldiyse bu.

Arada çıkan bir remix albümü saymazsak 6. solo albümünü bugün itibariyle çıkartı Özlem Tekin. Yaklaşık 2 hafta önce rayo ve tv.lere verilen çıkış şarkısı 'yatağım boş'u ilk duyduğumdan beri çok korkuyordum Özlem kötü bir albüm yapacak diye. Korkmam için yeterli her sebep vardı. O şarkı, o klip, o vokaller, o şarkı sözü... E sonra birde albüme cover koyacakmış, eski şarkılarını koyacakmış, başkasından şarkı alacakmış gibi şeyler de eklenince iyice korkmaya başladım. Özlem belki başkalarının şarkılarını da çok güzel söylüyordu ama kendisinin yazdıklarıyla bir olmuyordu hiçbir zaman. 'Yazmamışlar', 'Belki', 'Yol', 'Gezegen X' gibi şarkıları yazmış bir insandan yine bu ayarda şarkılar bekliyor insan. Umursamaz bi tavırda, sert müzik olmasa bile sert sözler ve sert yorum. Yatağım Boş'ta bunların hiçbiri yoktu ama albüm öyle değil. Belki sözler açısından diğer albümlerinin gerisinde kalmış olabilir ama vokalleri ve soundu çok iyi bir albümle çıktı Özlem bu sefer. Geçen albümündeki gibi bir sertlik yok bu sefer albümde. Can Şengün ile çalışıldığı için çok iyi gitarlar duymak hiç zor değil. Özlem Tekin şarkılarının en büyük eksiklerinden biri olan gitar soloları da bu albümde giderilmiş.


Daha önce Levent Yüksel'e verdiği, muhteşem sözlere sahip "Sen Anla" yı kendisi yorumlamış ve Levent Yüksel versiyonunun arkasında yaptığı vokallerden dolayı 'çığlıklı' olacak diye beklediğim bir şarkıda ters köşeye yatırdı beni ama çok sade ve güzel olmuş bu hali.

Bir diğer eski şarkısı, eskiden oynadığı ' Sil Baştan ' adlı dizi için yaptığı jenerik şarkısı. Pek bir şeyi değiştirmemiş Özlem, yine duru duru söylemiş. Her ne kadar şarkıyı sevsem de, albüme normal şarkı olarak konulması garip geldi. 'Bonus Track' olarak konulsa daha iyi olurmuş.

Albüm çıkmadan önce yapmasaydı keşke dediğim "Aslan Yarim"(aslında 'Hey Onbeşli'), dinledikten sonra hayran bıraktırdı kendisine. Dinlediğim en iyi cover olabilir herhalde bu şarkı. Özellikle sonunda 'İşte benim istediğim Özlem' diyebileceğim bir Özlem var. Kimse bu kadar güzel şarkı söylememeli :)

Murat Çekem'in daha önce Bengü'nün söylediği ' Yüzde Seksen 'ini sevdim galiba. Böyle hınzır şarkılar yakışıyor Özlem'e. Asıl kitlesinin dışındaki insanların çok sevdiği şarkılar oluyor genelde. Yine öyle olacak gibi.

Özlem'in yazdığı Şikayetim Var ve Kimse Bilmez'e pek bi' alışamadım ilk seferde. Kimse Bilmez'in şarkı sözleri itiyor her defasında ama onun dışında gerçekten kusursuz bir parça. Hatta akustik versiyonunda şarkı sözlerini unutup, kendini parçaya kaptırmak hiç zor değil. Şikayetim Var ise ne bileyim.


Özlem'in sürekli yaptığı bir tarzı yok ama bir duruşu var. 'Vur Beni' işte bu duruşa da uymayan bir şarkı bence. Yine çok temiz söylemiş belki Özlem ama nakaratı garip. Daha çok dinlemem gerekiyor galiba bu şarkıyı.

Yatağım Boş hakkında hiçbir şey söylemek dahi istemiyorum, çok doluyum kendisine karşı çünkü.

Albümde en beğendiğim şarkılar ise 'Erkekliğime Ver' ve 'Bana Bi'şey Olmaz'. Bence Türkiye'de yapılmış en iyi albümlerden biri olan "öz"(ki nick.imde ordan gelir)'de kullandığı vokal ve şarkı tarzına benziyor bu şarkı. Sözler açısından da albümün en iyilerinden. Kesinlikle kliplenmesi gerekenlerden.
'Bana Bi'şey Olmaz' ise ta bir Özlem Tekin şarkısı. Sözler, vokal her şey muhteşem. Albümde sizi karşılayan ve albüme hazırlayan parça. 2. klip bu şarkıya geliyormuş ayrıca.

Özlem gibi şarkıyı söylerken yaşayan kişi sayısı çok az Türkiye'de. Şarkıdaki duyguyu, vokaline geçirmeyi biliyor. E seside güzel, hatta duyduğum en iyi seslerden. Böyle olunca hayranı olmak zor olmuyor. Hem çok kaliteli hem de iyi iş yapabilecek bir albüm yapmış Özlem. Darısı Türk sinemasının başına. Hem iş yapan hem de kaliteli yapımlar görmek istiyoruz artık. Neyse. Özlem Tekin'in albümünü alın derim yani kısacası.

Read more...

27 Nisan 2010 Salı

The Office - Erin

Read more...

21 Nisan 2010 Çarşamba

Selvi Boylum, Al Yazmalım


-Sevgi nedir ki?

-Dostluktur, iyiliktir, emektir.

Read more...

19 Nisan 2010 Pazartesi

Festival Özeti


Eu cand vreau sa fluier, fluier / If I Want to Whistle, I Whistle : En merak ettiklerimdendi, beklediğimi de verdi.
Gordos / Fat People : Türkiye'de sevilebilecek bir film bence. Şişmanlığın ardına saklanmış, neler neler anlatıyor. İzlemesi keyifliydi.
Le Concert / The Concert : Rusya'da geçen kısımların Fransızca dublajlı olması, Rusların çok hızlı konuşması, Yeni Rüya'da izlediğimden benim İngilizce altyazıyı takip etmek zorunda olmam yüzünden bi' türlü ısınamadım filme. Diğer türlü çok daha fazla zevk alacağıma eminim.
Rapt : Bir adam kaçırma, fidye isteme olayına değişik gözlerden bakmış. Arada sıkıcılaşmasa daha da güzel olurdu.
Svetat e golyam i spasenie debne otvsyakade / The World Is Big and Salvation Lurks around the Corner : Şansa izlediğim bir film oldu. Festivalin bana en büyük sürprizi. İsmi ne kadar soğuksa, kendi o kadar sıcak.
El baile de la Victoria / The Dancer and the Thief : Biraz zorlama geldi. Toplama karakterlerden oluşturulmuş bir film ama yinede kötü değil.
Le refuge / The Refuge : Ben daha iyisini bekliyordum Ozon'dan. Sadece ortalamanın üzerine çıkabilmiş.
Selvi Boylum, Al Yazmalım : Sinemada izleyebilmek güzel oldu. Türkan Şoray'ın göz kaçırısı bile yetiyor, filmi sevmek için. Çıkışta insanlardan "hiç dış ses yoktu filmde vs vs" cümlelerini de duymasaydık keşke.
Hamesh Shaot me'Pariz / Five Hours From Paris : Bir film çeksem böyle olur dediğim. Çok samimi, çok naif. Filmdeki şarkıların güzel olması da cabası.
Perrier's Bounty : Güzel bir İngiliz komedisi. Hiç sıkmadan izlenilenlerden.
Einaym Phukot / Eyes Wide Open : Konusu, anlattıkları çok güzel. Yönetmenin yaratıcılığı ve estetik kaygısı filmi başka bir yere koymuş.
Bunny and the Bull : Sözde komedi. 90 dakika boyunca 1-2 kere gülmüşümdür. Güldürmek bir yana, sıkıyor insanı.
Hadewijch : Zor bir film. Sıkıcılaşabilsede izlenmelilerden.
The Go-Between : Zamanında Altın Küre almış ama neyine almış. Yanımdaki adam uyudu, horladı bile. 1. saatinden sonra çekilmiyor valla. Hiç tarzım değil.
Nothing Personal : Beyoğlu sinemasında altyazı okuyabildim ilk defa, bununda verdiği heyecanda işin içine girince daha çok beğendim filmi. Bu kadar sade olup bu kadar etkili, derinlikli olabilmesi çok güzel.
Kynodontas / Dogtooth : Festivalde izlediğim en uçuk film. İzlemeseydim olmazdı diyebileceklerimden. Böyle bir senaryo her zaman çıkmaz. Bunun üstüne başarılı bir yönetmenlik ekleyince tadından yenmez bir şey olmuş.
Büyük Oyun : Gayet akıcı ama pek de ileri gidemeyen bir film. Ödül alabilir ama kimi yerlerden.
Acı : Cemal Şan hakkında daha önce yazmıştım bir-iki şey. kendini biraz daha geliştirmiş bence bu filmde ama yinede daha zamana ihtiyacı var sanki.
Lian / Face : Salon doluydu ağzına kadar filmin başında. Sinepop'un havalandırması düzgün çalışmayınca, zaten ondan önce 2 film izlemiş olan ben, uyumama çabası içinde ilk 30 dakikadan bir şey anlamadım. 30 dk. sonra yaklaşık salonun yarısı çıkınca dahil olmaya çalıştım ama pek sevemedim ne yazık ki. Sonlarına doğru salon soğudu bile çünkü çok az kişi kalmıştı artık. Bende beğenemedim filmi, 2buçuk saat olmasaydı tekrar izlerdim ama.
Min Dit / Ben Gördüm : Aldığı ödüllerden anlaşılacağı üzere çok çok iyi film. Çok gerçek her şey, inanılmaz sağlam temelleri olan bir senaryosu var, hiçbir şeyi boşuna yazmamış senarist.
Kosmos : Bir önceki yazımda belirttim zaten ama Reha Erdem'in elinden çıkan her film gibi muhteşem ve bambaşka.
Wszytko, Co Kocham / All That I Love : Çok hızlı ve güzel bir film gibi giriyor ama sonra öyle bi' hız kesiyor ki, 90 dk.lık bir film olmasına rağmen sonunu zor getirdim. Oysa çok eğleniceğim umutlarıyla seçmiştim filmi.
Ses : Başarısız bir Ümit Ünal filmi. Senaryo delik deşik, gereksiz ayrıntılar, hatta ayrıntı bile değil. Filmin sonunda Şebnem Ferah'ın 'Ben Bir Mülteciyim' şarkısının girmesine hiç girmeyeceğim bile. Biz ne bekliyoruz, Ümit Ünal ne yapıyor?
Beş Şehir : Onur Ünlü muhteşem biri. Aklından geçenler çok farklı ve bunları filmlerine yansıtmayı çok iyi beceriyor. Senenin hem oyuncu performansları olarak hem de genel anlamda en iyi Türk filmlerinden biri.
Bal : Yumurtayı çok sevdim. Süt'te hele hele sonlara doğru sıkıntıdan patladım. Bal bence serinin en güzeli. Bilmiyorum istenerek mi yapıldı ama "Oku!" diye başlıyor film aynı Kuran'da olduğu gibi. Daha o dakikadan beri yakaladı beni ve hiç bırakmadı. Beklenildiği gibi hiç de durağan bir film değil. Ayrıca Bora'nın gösterdiği performansa bakıp, Semih Kaplanoğlu'nun daha iyi bir oyuncudan neler çıkarabileceğini düşünmek insanı heyecanlandırıyor.
Contracorriente / Undertow : İlişkiler hakkında çok güzel şeyler anlatıyor. Jameson sayesinde mi yoksa gerçekten çok mu akıcı bilemiyorum ama bir çırpıda geçti film. En iyi film olmasa bile, her açıdan güzeldi.

Bilmiyorum sadece bana mı denk geldi ama bu sene festival seyircisi daha fazla mısır yiyen, daha fazla seanslarda konuşan, hatta telefonla konuşan insanlara dönüşmüş. Mısır yenmesine karşı değilim ama bazı filmlerde yenen mısır, yan taraftakinin o kadar çok sinirini bozuyor ki. Film sırasında kritik yapanlardan, filmin sonunu tahmin edenler de fazlalaşmış bu sene. Birde sesli nefes alıp veren ve sürekli bir yerlerini kaşıyanlar mevcut. 3 tane denk geldi bana bunlardan ve ne izlediğimi anlamadım resmen. Ve tabiki Emek'in yokluğu, Atlas falan dolduramıyor yerini, orası bambaşkaydı. Hem rahat rahat filmi izleyebiliyordum hem de oraya gidince gerçekten festivale gitmiş, gerçekten film izlemiş gibi hissediyordum. İnşallah önümüzdeki sene yine orada oluruz. Emek için gösterimden hemen önce yapılan alkışlara seyircinin katılmaması ise çok şaşırtıcı. Özellikle Yeni Rüya'da altyazıyı görmek, sesi duymak için can çekişen izleyicinin desteklemesi lazım. emek'i düşünmüyor seyirci ama kendisinide mi düşünmüyor? Anlamadım.
İlk defa Sinepop'a gittim bu sene ve yeterli denebilir. Yeni Rüya ise sinema değil resmen, orada film izlemek işkence. Atlas'da aldığım filmler 8 ya da 9. sıradan olduğu zaman sorun yok ama diğer sıralarda olunca bacaklarını toplayıp izlemek zorunda kalıyorsun malesef ama yinede festival sinemalarının en iyisiydi Atlas.

Biletlerindeki numaralara bakıp, oturacakları koltukları belirleyemeyen insanlara ise söylenebilecek kelime bulamıyorum. Yer göstericilerde çıldırdı zaten aralarda. Filmler açısından güzel geçti denilebilir ama bir şeyler eksikti bu sene sanki. Bunların en başındaki isim ise Emek.

Read more...

Festival - Türk Filmleri / Yönetmenleri & Kosmos


29. İstanbul Film Festivali sona erdi dün. Bugün derse gitmeyince, evde ne yapacağımı şaşırdım. 2 haftada alışmışım o tempoya. Çok yordu o iki hafta beni ama olsun eğlenceli geçti her zamanki gibi. Festivalin son haftasında daha öncede olduğu gibi Türk Filmlerine ağırlık verdim. Bal gösterime girmişti, Kosmos bir gün sonra girecekti ama yönetmenlerin katılımıyla olması o seansları vazgeçilmez kılıyordu zaten.

'Hayat Var'dan sonra artık en sevdiğim yönetmen olduğuna kesin karar verdiğim Reha Erdem'in son filmi Kosmos sadece izlediğim en iyi Türk filminin değil, belki izlediğim en iyi fragmana sahip. O fragmanı izleyip, heyecanlamamak elde değil. Yönetmenin önceki filmlerini düşünüp, birde Antalya'dan aldığı ödülleri hesaba katınca bana festivalin yıldızı olacakmış gibi geldi. Çok çok büyük beklentilerle oturdum koltuğuma. Fragmanda hiç dinmeyen bir temposu varmış gibi görünüyor ama izlediğim film hiç öyle değildi. 2 yanımda oturan insanların doğulu şivesiyle söylenen her şeye gülmelerinden ve bazen de filmdeki durgunluktan dolayı aralarda sıkıldım ama çok beğendim filmi. En beğendiğim Reha Erdem filmi olup olmadığına karar vermek için tekrar izlemem gerek galiba ama 'Hayat Var' daha güzel sanki. Ses ve görüntü konusunda artık iyice uzmanlaştı Reha Erdem. Florent Henry'nin yakaladığı o görüntüler harika, e tabi bunda Kars'ın katkısı göz ardı edilmemeli. Filmin içine işlemiş bir ses kurgusu var, 'Hayat Var'daki gibi bir dakika yalnız bırakmıyor sizi, hep tetikte tutuyor. Reha Erdem yine daha önce Türkiye'de yapılmamış bir film yapmış. Sadece bu yüzden bile izlenmeye değer. Salyangoz satmaya çalışıyor Reha Erdem. Yine 3000-5000 kişi izleyecek malesef. Zaten sadece İstanbul ve Ankara'da gösterime girdi film. Kısacası sadece bir kere izlemenin yetmeyeceği bir film Kosmos, tekrar tekrar izleyip üstüne düşünülesi, filmden kareler alıp, duvarlara poster niyetine yapıştırılası, kenarda açıp, diyalogları alttan altan dinlenesi bir film olmuş.

Film gösterimi sonrası yapılan söyleşi filmin biraz uzun olması nedeniyle kısa tutuldu ve sadece 3 soru(?) soruldu Reha Erdem'e. 2. ve 3. yorum, filmi beğenmeyenlerden geldi, biri Reha Fellini diye hitap etti hatta. Bu eleştirileri çok güzel karşıladı Reha Erdem. Belli etmek istemese de oldukça bozuldu, orası ayrı. Bu festivalde söz alıp filmle ilgili kötü eleştiriler yapmak hatta daha doğrusu yönetmene sataşmak moda oldu. 'Büyük Oyun'un söyleşisinde "çok kısa bi' soru daha alabiliriz" diyerek söz verdikleri kişi, filmi eleştirmeye başlayınca, yönetmen ve çevredeki herkesin "... ama bu soru değil ki" tarzı savunmaları çok garip geldi. Ümit Ünal'ın, gelen "son 3 filiminizi beğenmedim, Ümit Ünal sineması nereye gidiyor" tarzı soruya cevap vermek istemeyişi de garipti mesela. Onur Ünlü ise söyleşideki tavrıyla zaten kötü bir sorunun sorulmasına izin bile vermedi. Filmi de çok başarılıydı ayrıca.

Yönetmenlerimiz kendilerini fazla iyi buluyorlar galiba. Basit bile olsa, bir eleştiriye hiç cevap vermeden geçmek çok ayıp geldi bana. Reha Erdem ve Onur Ünlü iki farklı tarzda insanlar ama nasıl davranacaklarını, cevap vereceklerini biliyorlar bence.

Read more...

29 Mart 2010 Pazartesi

22 - 28 Mart Haftası - 1


"Leap Year"

Hakkında bilinmesi gereken tek önemli şey, başrollerinden birinin Amy Adams olduğudur. Amy Adams yine şirinliği ve yeteneğiyle bir şeyler yapıp, filmi kurtarmaya çalışıyor ama imkansızı başaramıyor ne yazık ki. Filmin benzerlerinin en yeni örneği olarak aklıma gelen 'The Ugly Truth' var. "Büyük aşklar nefretle başlar" sözünden yola çıkılarak yapılmış bir aksilikler filmi. Eski bir İrlanda geleneği olan 'artık yıl(Leap Year)'ın artık gününde yani 29 Şubat'ta, kadınlar sevgililerine evlenme teklif edebiliyormuş. Erkek arkadaşının parmağına yüzüğü takmasının uzun zaman alacağını düşünen Anna(Amy Adams), iş gezisindeki sevgilisine sürpriz yapmaya Dublin'e uçmaya karar veriyor ama aksilikler peşini bırakmıyor. Hava şartları nedeniyle 'Wales'e inmek zorunda kalıyor Anna ve kendisini Dublin'e götürebilecek bir taksici ararken Declan ile karşılaşıyor. Declan borcunu ödeyebilmek için Anna'yı Dublin'e götürmeyi kabul edince, filmimizin önemli kısmı başlamış oluyor. Ondan sonra zorlama nedenlerden dolayı, başlarına birsürü şey geliyor. Senaristler(birde utanmadan oturup 2 kişi yazmışlar) kendilerinden hiçbir şey katmamış ne yazık ki filme. Daha önce izledikleri hatta belkide sadece duydukları şeyleri ucuca ekleyerek bir senaryo(!) oluşturmuşlar. Buna birde yönetmenin beceriksizliği eklenince, ortaya fiziksel komediyi hiç kullanamayan bir film çıkmış. Filmin yükünün Amy Adams üzerinde olması, bizim açımızdan tek güzel nokta. Başka bir oyuncuyla, ortaya neler çıkardı düşünmesi bile korkunç.

"Ma Mere / My Mother"

Geçen haftaya iyi film seçimleriyle başlayamadım malesef. Bu filmde onlardan bir tanesi. Konusunu nasıl anlatırım, ya da konusu var mı diye düşündüm ama pek anlatılacak bir şey yok aslında. Şiddet, çıplaklık ve seks üçlüsünü kullanmayı düşünmüş yönetmen ama ne üzerine kullanacağına karar veremeden çekmiş filmi. Geçen seneki İstanbul Film Festivalinde yönetmenin (Christophe Honoré) 'La Belle Personne'sini izlemiş, genel olarak beğenmiştim, bu senede son filmi "Non ma fille, tu n'iras pas danser' i izlemeyi aklıma koymuştum ama bu filmden sonra vazgeçtim. Kadın-erkek ilişkilerine, çarpıklıklara eğilmeyi seviyor yönetmen ama biraz daha düzenli yapıp, sadece oyuncu ve görselliğe dayamasa sırtını daha güzel olacak. Oyuncular gayet iyi iş çıkarmışlar. Bu filmdeki başrolü Louis Garrel'in filmdeki performansını çok sevmiş olsa gerek ki, bundan sonraki her filminde oynatmış. Louis Garrel'e eşlik eden isim ise filmi izleme nedemim olan ISabelle Huppert.

"Dilber'in Sekiz Günü"

Yine geçen sene festivalde izlediğim 'Ali'nin Sekiz Günü'nden sonra, Cemal Şan'ın üçlemesinden başka bir film izlemem herhalde demiştim ama üçlemenin en çok beğenilen filmine bir şans vermek istedim ve iyi ki vermişim. Ali'nin sekiz günü, oyuncularına kadar başarısız bir Zeki Demirkubuz takldiydi bana göre. Bu film ise ona göre çok daha orjinal. Senaryoda göze batan eksiklikler var belki ama oyunculukların güzelliği biraz olsun böyle şeylere göz yummaya yetiyor. Benim birazda önyargıyla izlememden dolayı olabilir, yönetmenin şu delikten çekeyim, şöyle çekeyim güzel olsun tarzı kamera hareketlerini çok yapmacık buldum. Cemal Şan'ın belli ki bu piyasada çevresi var ve istediği oyuncuları getirip, oynatabiliyor filmlerinde, e yönetmenliğe meraklı ve farklı şeyler yapmak istiyor ama hiç yaratıcılığı yok bence. Kendisinden bir şeyler katmıyor, yapılmışları filmlerine adapte etmeye çalışıyor. Bence yaptığı tek iyi iş Nesrin Cevadzade'yi gün yüzüne çıkarmasıdır. Çok samimi, çok doğal oynuyor filmde. Ona Fırat Tanış'ın katılmasıyla daha da güzelleşiyor film.
Başında sonunu gösteren filmlerden sözde ama ben nedense en başında izlediğim şeyi farklı yorumladım. Artık bu yönetmenin başarısı mı benim salaklığım mı bilemiyeceğim ama bu yüzden film bitince büyük zevk aldım. Cemal Şan'ın son filmi 'Acı' yine İstanbul Film Festivalinde gösteriliyor ve başrolü yine Nesrin Cevadzade, biletleri almadan önce izleseydim keşke bu filmi, tekrar sinemada Nesrin C.'yi izlemek için bilet alabilirdim bu filme.

2. Kısımda
L'armée du crime / The Army 0f Crime
The Imaginarium of Doctor Parnassus
Dare

Read more...

2 Şubat 2010 Salı

He's Just Not That Into You & Romantik Komedi

Film afişi yapmak için artık sadece paint bilmek yeterli oluyor sanırım. En azından bu tarz filmler için yetiyor.*




* Fotoğrafları kusursuzlaştırmak için kullanılan photoshop bilgisinin fotoğrafçıya ait olduğu göz önüne alınmıştır.

Read more...

18 Ocak 2010 Pazartesi

And The Golden Globe went to ....


Çekişmeli geçicek gibi gözüken bir seneydi bu sene. Bütün filmleri izlemiş gibi söylemiyorum bunu ama kimisini izledim, kimisininde hakkında çok duyduk, çok okuduk. Uzun bir aradan sonra bir kadın yönetmen Kathryn Bigelow, en iyi yönetmen ödülüne aday oldu. Aday olduysa en iyi yönetmeni alır gibi düşündüm ben. Çünkü uzun süre siyahi bir oyuncu ödül almamışsa bir senede 2 taneye birden verip, aradan çıkarma gibi huyları var Altın Küre ve Oscar gibi ödüllerin.
En iyi yönetmenin yanında 'en iyi film'i de verip, bu seneyi tarihe geçirirler diye düşünmüştüm ama olmadı. Avatar'ı ve James Cameron'u es geçemediler. Müzikal-Komedi dalında en iyi film ödülü 'The Hangover'a gitti. Tamam hoş film, güzel film ama sadece o kadar. Ödüller vericek kadar beğenmemiştim filmi.

Oyuncu ödülleri arasında şu kesin almalıydı dediğim olmadı izlediğim filmler arasında. Çok güzel oynayanlar vardı tabiki ama kimse öyle çok etkilemedi beni. Belki Jeff Bridges'i izleyince çok etkilenirim, onu bilemeyeceğim şimdilik. Müzikal-Komedi'de en iyi kadın oyuncu ödülünü Meryl Streep aldı. Her sene aday gösterildiği dalda favorilerden biri oluyor. Birkaç senede birde ödülü alıyor. Önüne geçmek imkansız gibi bir şey. 7. Altın Küresini bu sene aldı. 10.dan sonra Altın Küre'ye katılmaz herhalde artık, mümkünse katılmasın zaten. 2 adaylıklı Sandra Bullock, drama dalındaki en iyi kadın oyuncu seçildi. Filmi izleyen birinin bu ödüle karşı çıkacağını sanmıyorum herhalde ama 'The Proposal' ile nasıl adaylık aldı hala anlayabilmiş değilim. Kötü oynamamıştı belki ama ne bileyim. Bu senenin şişirdikçe şişirilen balonlarından biri olan ' Up in the Air'in havası biraz söndü, e iyi de oldu. Uzun zamandır bu kadar abartılan bir filmle karşılaşmamıştım. Birkaç ödül çıkarır dediğim 'Nine', eli boş döndü geceden. Bunların yanında animasyon kategorisinde 'Up'ın ödülü alacağı belli gibiydi. Altın Palmiyeli 'The White Ribbon' da kendi dalında öne çıkanlardan biriydi.


Dizilerde birkaç senedir Drama dalında Mad Men, komedi-müzikal dalında 30 Rock'ın ezici bir üstünlüğü vardı. Mad Men bu üstünlüğünü yine korudu bu sene ama 30 Rock sadece en iyi erkek oyuncu ödülünü alabildi. Senenin sürprizi 'Glee' oldu herhalde. Ben ancak 7. bölüme kadar gelebildim(hayır, dün gece ödülü aldıktan sonra izlemeye başlamadım) ve kesinlikle kötü bir dizi diyemem hatta çok iyi belki ama adaylar arasında 'The Office' dururken, yapılacak iş değil onu seçmek. Bence Altın Kürecilerin 'The Office' ve Steve Carrell ile bir alıp veremedikleri var ama neyse. Toni Collette, Tina Fey'in sağlam salladı, düşürdü ve kendisi oturdu koltuğa. Darısı Alec Baldwin'in başına. Bunların dışında diyeceğim bir şey yok, tam liste aşağıdaki gibi.

En İyi Film (Drama): Avatar
En İyi Erkek Oyuncu (Drama)
: Jeff Bridges (Crazy Heart)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama)
: Sandra Bullock (The Blind Side)

En İyi Film (Müzikal-Komedi):Hangover
En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Robert Downey Jr. (Sherlock Holmes)
En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Meryl Streep (Julie & Julia)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Inglourious Basterds)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'Nique (Precious)
En İyi Yönetmen: James Cameron (Avatar)
En İyi Senaryo: Aklı Havada/ Up In The Air (Jason Reitman, Sheldon Turner)
En İyi Animasyon: Up
En İyi Yabancı Film: The White Ribbon (Michael Haneke - Germany)
En İyi Müzik: Michael Giacchino (Up)
En İyi Şarkı: Ryan Bingham and T Bone Burnett - The Weary Kind (Crazy Heart)

En İyi Dizi (Drama): Mad Men
En İyi Erkek Oyuncu (Drama): Michael C. Hall (Dexter)
En İyi Kadın Oyuncu (Drama): Julianna Margulies (The Good Wife)
En İyi Dizi (Müzikal-Komedi): Glee
En İyi Erkek Oyuncu (Müzikal-Komedi): Alec Baldwin (30 Rock)
En İyi Kadın Oyuncu (Müzikal-Komedi): Toni Collette (United States Of Tara)

En İyi Mini Dizi: Grey Gardens
En İyi Erkek Oyuncu (TV filmi veya Mini Dizi): Kevin Bacon (Taking Chance)
En İyi Kadın Oyuncu (TV filmi veya Mini Dizi): Drew Barrymore (Grey Gardens)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Dizi, TV filmi veya Mini Dizi): Chloe Sevigny (Big Love)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Dizi, TV filmi veya Mini Dizi): John Lithgow (Dexter)

Read more...

2 Ocak 2010 Cumartesi

The Office - 3


Dizilerin dvdlerini almam genelde, alırsam da ancak uygun bir fiyata bulursam. The Office Sezon 1'in dvd.si D&R'larda 5 Tl.ye düşmüş. Benim gözümde artık efsaneleşen bir dizi olduğundan hemen aldım dvd.sini. Sonra gözlerim diğer sezonların dvd.lerini aradı ama bulamadım bir türlü. Eğer dvd.lerini bekleyip izlemeye çalışsak bu dizileri hem çok bekleyeceğiz hem de 2. sezondan sonra dvd.leri gelmese hevesimiz kursağımızda kalacak. O yüzden iyi ki varsın Rapidshare.

Neyse. Dvd.yi daha eve getiremeden yolsa gördüğüm bir arkadaşa, daha sonra onun geri getirdiği gün yanımızda olan başka bir arkadaşa verdim, ancak dün evdeki diğer dvd.lerin arasında katılabildi. Nasıl bulduklarını sorduğumda olumlu yanıtlar aldım hep. Sonra benim ilk sezonu izlediğimde beğenmediğim aklıma geldi, tekrar oturup baştan sona izledim ve yine çok beğendiğim söylenemez ne yazık ki. Oyuncuların çok yetenekli oldukları su götürmez bir gerçek ama ilk sezonda karakterlerini bir türlü kafalarına oturtamamışlar, olmamış. Yaptıkları her şey, kıyafetleri vs vs sırıtıyor üstlerinde. Eğer sizde bu dvd.yi alır ya da herhangi bir şekilde ilk sezonu izler ve beğenmezseniz hemen vazgeçmeyin bu diziden. Çünkü 2. sezon ve ardından gelen 4 sezon bütün beklentilerinizi karşılayacaktır, kefili benim. Christmas arası falan derken çok özledim diziyi, bi' daha bu kadar ara vermezler ve Holly geri döner inşallah. Her bölüm bir şey olacak ve geri dönecek umuduyla izliyorum resmen.

Read more...

  © Blogger templates ProBlogger Template by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP