31 Aralık 2009 Perşembe

2009 Filmleri

3 gün önce sakatlığımın yıldönümüydü. Geçen sene sağ diz ön çapraz bağlarımı koparınca 6 ay boyunca neredeyse hiç dışarı çıkamamıştım. Hal böyle olunca kendimi dizi ve filmlere vermiştim, hatta indirecek film bulamadığım zamanları bile hatırlarım. Sadece uyumak ve yemek yemenin yanında yapılınca film-dizi izlemek bir süre sonra çok sıkıcı oluyormuş meğersem. Başka bir şey yapamadığımdan ötürü sıkılsam da izledim. Blog yazmaya da bu sıkıntıdan başladım aslında. Kaç tane film - dizi izlesende boş vaktin kalıyor ve msn'de takılmayıda sevmiyorsan, başka bir uğraş bulmak zorunlu hale geliyor. İlk başlarda her güne 1 yazı yazarım diye başlamıştım. Bir film izleyip hemen yazacaktım, 1 ay boyunca yaptım bunu ama gerisini getiremedim malesef. Yinede yazmış olmak güzel geldi. 1 Ocak 2009 dan bu yana 253 film izlemişim. İlk altı ay gayet iyi gidiyordu aslında. Gün başına 1 filmden fazla düşüyordu. Sonra yaz tatili gelip, internetim kesilince ve elimde sınırlı sayıda film olunca gün başı ortalamam 1'e kadar düşt, okullar açılınca daha da geriledi ortalama.

İşte izlediğim filmler


Read more...

15 Aralık 2009 Salı

İhtiyacım Varmış.


Bilen bilir, bilmeyenin profil resimlerimden anlamış olması gerekir, ben şu Özlem Tekin'i çok seviyorum yahu. Malum uzuuuuun zamandır, ne konser verdi, ne albüm çıkardı. Mişa denilen bir arkadaşa inanılmaz vokallerle eşlik etmişti ama o şarkınında dinlenilecek başka bir yanı yoktu. Neyse. Akbank'ın ihtiyaç kredisi reklamlarını bilirsiniz herhalde. İşte daha önce Müslüm Gürses ve Kibariye'den dinlediğimiz şarkıyı, hafif değişik sözleriyle Özlem Tekin söylüyor yeni reklamlarda. O kadar çok özlemişim ki sesini, reklamı kaydettim, tekrar tekrar dinliyorum. Yeni bir şeylerde O'nun sesini duymayı çok özlemişim. Daha çok bekletme bizi Özlem, yap artık bi' albüm yahu. İhtiyacımız var sana.

Read more...

4 Aralık 2009 Cuma

30 Rock


30 Rock ile tanışmam aldığı ödüller sayesinde oldu, iyi de oldu. Büyük bir 'The Office' fanı olan ben, neden bütün ödülleri '30 Rock'ın aldığını çözmek amaçlı izlemeye başladım ve kafamdaki "ne kadar iyi olabilir ki?" sorusunu yenmeyi başardım. Artık 'en iyi .....' ödülünü aldıklarında hak veriyorum ama içten içe o ödülleri 'The Office'in almasını istemiyor da değilim hani. Gelmiş geçmiş en komik dizi değil belki ama çok iyi düşünülmüş, çok iyi yazılmış ve çok iyi oynanmış bir dizi. Bilinen yöntemlerle güldürmek gibi bir amacının olmayışı, onun ilgi çekici özelliklerinin en birincisi. Tabi ki gülünmeyen bir komedi dizisi değil '30 Rock' ama komedi dizisi 'Two and a Half Men' gibi olmalı diyorsanız, önermek saçma olur.


Dizinin başrollerinde Tina Fey ve Alec Baldwin var, ki bu ikilinin oloğanüstü performansları sayesinde bu diziden 'çok iyi' diye söz edebiliyoruz. Emmy'lerinden hiç bahsetmeyeceğim çünkü oldukça fazlalar ama bu ikilinin ikişer tane Altın Küre'leri olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Katıldığı birkaç Tv şovundan yola çıkarak Tina Fey için gerçek hayattada dizidenkinden pek farkı yok demek yanlış olmaz herhalde. Bunda bir sorun yok, 'Liz Lemon' gibi bir "buddy"im olsun isterdim doğrusu ama ilerideki rollerinde ne kadar başarılı olabilir ya da biz onu başka bir role yakıştırabilir miyiz onu bilemiyorum. Aldığı ödüllerinden rüzgarıyla (sadece şimdiye kadar aldıkları bile 3-4 sezon daha çektirir) uzun süre devam eder gibi gözüküyor ve bu 'Liz Lemon' karakterinin Tina Fey'in üstüne daha çok yapışması demek. Şöyle güzel bir filmde, iyi bir performasla bundan kurtulması gerek. 'Mean Girls' ve 'Baby Mama' daki gibi rolleri hiç düşünmeden geri çevirmesi lazım bence. Alec Baldwin'ine ise söyleyecek bir söz bulamıyorum. İzlediğim iyi filmleri vardır belki ama saymamı isteseler 'Beterböcek'ten başka aklıma gelmiyor, gelmez. Tam anlamıyla yeniden doğdu Alec Baldwin. Dizinin hem yapımcılarından hem oyuncularından olarak iyide para kaldırmıştır herhalde, artık daha güzel işlerde görürüz kendisini.


Bu ikilinin dışındaki oyuncular için söylenecek çok fazla şey yok aslında. Bazen 'çok iyi' derken bazen onların sahnelerini atlayarak izliyorum. Bu oyuncuların çoğu Tina Fey'in 'Saturday Night Live' dan tandığı isimler zaten, yeteneklerine sözüm yok ama tutarlılık konusunda eksikleri var. "Ödülleri toplayan dizinin konuk oyuncusu eksik olmazmış" diye bir şey uydursam yanlış olmaz herhalde. 30 Rock'ta da birbirinden ünlü isimler konuk oyuncu olarak boy gösterdi. Salma Hayek ve Jon Hamm bunların en uzun soluklularından ikisi. Bazen bir önceki bölümle alakası olmadan başlıyor ve bitiyor ama bu dizi olmuş. En iyi komedi dizileri listemde 'The Office' ve ' Arrested Development' ten sonra 3. sıraya yerleşti bile.

Read more...

Türk Sinemasında Yeni Bakışlar - 2


Kasım ayında Reha Erdem üzerine yapılan etkinliğin aralık ayındaki konuğu ise Zeki Demirkubuz. Aralık ayı boyunca Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde Zeki Demirkubuz'un 'İtiraf', 'Bekleme Odası', 'Kader' ve 'Masumiyet' filmlerini izlemek mümkün olacak. Bunların yanında 11 Aralık günü Zeki Demirkubuz, Mehmet Demirhan ve Zahit Atam'ın katılacağı bir söyleşide olacak.

1-3 Aralık / 12-13 Aralık - İtiraf
15-20 Aralık - Bekleme Odası
22-27 Aralık - Kader
29 Aralık - 3 Ocak - Masumiyet

Seanslar 14.00, 16.30 , 19.00
Öğrenci 2.50 Tl, Tam 3.50 Tl

Read more...

30 Kasım 2009 Pazartesi

Zombieland


"Shaun of the Dead"ten sonra korku-komedi türündeki ilk zombi filmim oldu 'Zombieland' ve bu tarzdaki filmlerin bende bıraktığı etkiyi korumayı başardı. Yönetmen Ruben Fleischer'in ilk sinema filmi olmasına rağmen kısa bir süre önceye kadar IMDB Top 250 arasında yer alıyordu film ve hala 8.1 gibi yüksek bir puana sahip. Oyuncular arasında Jesse Eisenberg, Woody Harrelson, Emma Stone ve Abigail Breslin gibi isimler var.


Kural 1 : Kondisyon
Kural 2 : Çift Vuruş
Kural 3 : Tuvaletlere Dikkat!
Kural 4 : Emniyet Kemerini Bağla!

Bu 4 kuralın görsel olarak anlatıldığı sahneyle başlıyor film. Colombus'a göre bunlar, eskiden Amerika olan artık 'Zombieland' te hayatta kalmak için uygulamanız gereken en önemli 4 kural. Çünkü burdaki zombiler koşan cinsten ve giderek akıllanıyorlar, ayrıca çift vuruş hem emin olmak için lazım hem de gayet zevkli, emniyet kemeri ise bilindik nedenlerden ötürü. Colombus, oluşturduğu bu kurallar sayesinde zombiye dönüşmemiş birkaç kişiden biri olmayı başarmış ve ailesini bulmak için memleketi 'Colombus'a gidiyor. Yolda artık bir nevi zombi avcısı olmuş 'Tallahassee' ile karşılaşıyor ve beraber yolculuk etmeye başlıyorlar. Zombieland'te bir kişiye bağlanmamak kurallar arasında olduğundan, kahramanlarımızın isimleri doğdukları yerlerden geliyor veya kendileri isimler uyduruyor. Zombi öldürmek Tallahassee için çok kolay olsa da, onunda karşı koyamadığı birkaç şey var ve bunlardan en önemlisi 'Twinkie'. Gezegendeki bütün 'twinkie'lerin birkaç ay içinde bozulacağı gerçeği onu 'twinkie' bulmak konusunda daha da sabırsızlandırıyor. Yolculuk sırasında karşılaşılan bir markette bulunması muhtemel 'twinkie'ler için durulup, araştırmak için içeri giriliyor ama 'twinkie' yerine bir abla-kardeş ile karşılaşıyorlar (Wichita ve Little Rock). İlk olarak pek iyi anlaşamayan bu iki grup, zamanla birbirlerinden hoşlanmaya başlıyorlar ve doğudaki bir yerde zombisiz bir bölge olduğu dedikodusuna inanmak isteyip, yollara düşüyor.


Açılış sahnesi büyük umutlar veriyor izleyiciye ve film bu beklentiyi karşılıyor sonuna kadar. Bir yol filmi Zombieland ve arayışta olan 4 insanın ilişkilerini anlatan bir film. Uzun zamandır başka bir insanla iletişim kuramamış ve hala zombilerin olmadığı yere inanmıyor gibi görünüp ama inanan 4 kişinin filmi bu. Ufakta olsa korkmak amaçlı izlemeyi düşünenlar varsa bence vazgeçsin, çünkü birkaç görüntü dışında (ki bence yukardaki palyaço en korkunç olanı) korkmak çok zor bu filmde. Bilindik bir senaryoya sahip film ama karakterlerini güzel yazmış senaristler. Hepsinin zayıf yönlerini ve ne yapmak istediklerini gösteriyor bize ve bu, filmde yaptıkları bütün hareketlerin daha anlamlı olmasını sağlıyor. Bu karakterleri hayata geçiren oyuncular daha başarılı, o ayrı. Oyuncular arasında Tallahassee rolündeki Woody Harrelson başı çekiyor. Kovboy tarzının bu kadar yakıştığı çok fazla insan yoktur herhalde. Jesse Eisenberg, filmin 'Michael Cera'sı olmayı layığıyla başarıyor. Emma Stone da 'taş hatun' rolünde ne yapması gerekiyorsa yapıyor. Benim oyunculuk anlamında gördüğüm tek eksik Abigail Breslin. 'Little Miss Sunshine'da harikalar yaratırken izlediğimiz için mi bilmiyorum ama burda biraz donuk geldi bana. Birde küçük sürprizi var filmin. Bill Murray kendisi olarak karşımıza çıkıyor kısa bir süreliğine ve gerçekten renk katıyor filme. Bilindik karakterlerle, bilindik bir senaryoyla yola çıkılmasına rağmen güzel hatta çok güzel bir film çıkmış ortaya ama 'Shaun of the Death' olması için 30-35 fırın ekmek daha yemesi gerekecek, şimdilik çıtır çerez niyetine izlenebilir keyifle, o ayrı.

ve işte twinkie

Read more...

20 Kasım 2009 Cuma

FilmEkimi 09' (2) - Humpday


FilmEkimi'nde en çok beklediğim filmdi 'Humpday'. Hiçbir sorun yaşamadan hem de ucuza izleyebilmem yerinde oldu gerçekten. Yönetmeni, senaristi hatta oyuncusu Lynn Shelton'ı tanımazdım ama tanımak için çok büyük bir neden verdi bana bu filmiyle. Önemli üç karakteri Mark Duplass, Joshua Leonard ve Alycia Delmore oluşturuyor. Film Sundance'te büyük ödül için yarışmış ve eve Jüri özel ödülüyle dönmüş. Buradan filmin tarzını çıkarmak zor olmasa gerek.


'Humpday' iki üniversite arkadaşının uzun yıllar sonra tekrar bir araya gelmesini anlatıyor basitçe. Bu arkadaşlardan Ben, evli, düzenli bir işe ve sıradan ama mutlu bir hayata sahiptir. Andrew ise Ben'in tam tersi biçimde, göçebe bir şekilde yaşamaktadır ve bir iş için geldiği Seattle'da gecenin ikisinde eski okul arkadaşı Ben'e uğrayıp, geceyi orda geçirmeye karar verir. Andrew'ın bulduğu Ben, aradığıyla pek örtüşmez, en azından o gece için. Bir sonraki gün Andrew yine kendini göstermiş ve çoktan bir kızla tanışıp, akşamı orda geçirmeye karar vermiştir. Andrew'ı alıp, evde Anna ile birlikte yemek için götürmeye gelen Ben, bir süre sonra ortama alışır ve Anna'yı unutup, akşamı orada Andrew ve yeni tanıştığı 'rahat' insanlarla geçirir. Laf bir şekilde yerel bir gazetenin düzenlediği 'Hump-fest', diğer bir deyişle sanatsal porno festivaline gelince, herkes neler yapıp katılacağını anlatır. Kafaları iyi olan Andrew ve Ben de yeni bir ortamda ezik kalmamak için beraber katılacaklarını söylerler. Daha önce hiç yapılmamış bir şey yapacaklardır. Bu film gayliğin ve pornonun ötesinde olacaktır, çünkü içinde iki arkadaş- heteroseksüel erkek olacaktır. Ben, bu düşüncelerle o akşam bir otel odası bile ayarlar. Ertesi sabah uyanınca ikiside bu işin pek iyi bir fikir olmadığını idrak eder ama hiçbiri çekilmeyi erkekliğine yediremez ve diğerinin çekilmesini bekler. Neden bunu yapamayacaklarına dair nedenler bulurlar karşılıklı olarak ve doğrudur bu nedenler. Özellikle Ben'in eşine bu olayı nasıl anlatacağı büyük bir sorundur. İşte bu noktadan sonra "yapacaklar mı acaba?" sorusunun cevabı üzerine eğiliyor film.


'Mumblecore' denen bir türün çok başarılı bir örneği 'Humpday'. Mumblecore ise çok düşük bütçeyle, doğaçlama senaryolarla, insan ilişkilerini konu alan filmlere verilen ad oluyor. Türünün bütün özelliklerini gösteriyor film. Çekimlerde 2 adet dijital kamera kullanılmış, ki bu size beraber oturup, konuşuyormuşsunuz hissi veriyor. Bu histe sadece kameraların katkısı yok tabi ki. Oyuncuların inanılmaz doğal performanslarının bunda payı olmadığını söylemek haksızlık olur. Senaryonun kısmen oyunculara bırakılmasının meyvelerini çok iyi almış yönetmen. Ortaya harika diyaloglar içeren sahneler çıkmış. Bunca güzel özelliklerine rağmen, eğlenceyi son 25-30 dakikasına taşıyamamış malesef film. İki arkadaş otel odasına girdikleri anda bir duraksama oluyor. Fiziksel komediyi kaldıramıyor sanki film ve sahneler gereksizce uzamaya başlıyor. O garipliği ve rahatsızlığı vermeyi denemiş yönetmen ama bunda pek başarılı olamamış. Daha önce Baghead'in yönetmen koltuğunda gördüğümüz Mark Duplass burada oyuncu olarak çıkıyor karşımıza ve tüm filmi sırtlıyor neredeyse. Diğer başrollerde çok iyi oynuyor belki ama Mark Duplass'ın gölgesinde kalmaktan kurtulamıyorlar bence. Son yarım saatine rağmen, iyi bir film çıkmış orataya. Yönetmeni Lynn Shelton'u ve başrolü Mark Duplass'ı takip edilecekler listemize eklemeye yetiyor en azından.

Read more...

12 Kasım 2009 Perşembe

FilmEkimi '09 (1) - Ne te retourne pas a.k.a Don't Look Back


Bu sene FilmEkimi maceram pek az filmle ve kötü bitmek zorunda kaldı. Bilet aldığım bütün filmlere gidemeyip, gittiklerimden de istediğimi alamadım malesef. FilmEkimi'nde zaten film seçme gibi bir lüksümüz olmadığı için ve bir filmde Monica Bellucci oynuyorsa o filmi izlemek farz olduğundan, gittik izledik bizde. Yönetmenin bundan bir önceki ve aynı zamanda ilk filminin üzerinden 7 yıl geçmiş. Bu zaman diliminde çok fazla şey izlemiş, çok fazla etkilenmiş, kafasında çok şey biriktirmiş olmalı herhalde, ki bu filminin tarzının ne olacağına bir türlü karar verememiş. Marina de Van'ın yönetmenliğini yaptığı bu filmde, Monica Bellucci'ye Sophie Marceau eşlik etmiş.


Jeanne (Sophie Marceau) başarılı bir biyografi yazarıdır. 8 yaşından öncesini hatırlayamaması, onu bu unuttuğu zaman dilimi konusunda çok meraklandırır ve annesinin ona anlattıklarından yola çıkıp çocukluluğunun romanını yazarak bu boşluğu doldurmak ister fakat yayımcısı onu reddedince çözemediği şeyler olmaya başlar. Öncelikle kocasının kamerayla çektiği ev görüntüleri ve kendi gördükleri uyuşmamaya başlar ve çok geçmeden kocası ve çocukları da başka insanlara dönüşmeye başlar. Kocasıyla beraber ona ne olduğunu çözmeye çalışırken, kendisinin de başka birine dönüşmesiyle iyice çileden çıkar, Jeanne(artık Monica Bellucci). Tanımadığı bir şehirde, tanımadığı bir evde, tanımadığı insanlarla yaşamak zorunda kalan Jeanne, bütün bunların cevabını hala başkasına dönüşmemiş annesinde aramaya çalışır. Annesinin evinde şans eseri bulduğu bir resimden yola çıkarak bütün bunların çocukluğunun hatırlayamadığı kısmıyla ilgili olduğunu düşünmeye başlar ve bunu araştırmak için yollara düşer.


Film güzel bir psikolojik gerilim olarak başlıyor aslında ama daha sonra bunu devam ettirmeyip, olayları karmaşıklaştırmayı ve hafif bir kabus havası katmayı deniyor ve böylelikle filmin bütün büyüsünü bozuyor. Bizde bu kadar güzel bir konun bile olsa, yapmak istediğin şeyi bilmediğin zaman ortaya nasıl bir film çıkacağına şahit oluyoruz. Filmdeki birkaç güzel şeyden biri efekt kullanımıydı. Karakterlerin yarı yüzlerinin başka birine dönüştüğü sahnelerde harikalar yaratmışlar. Oyunculara gelirsek, her ne kadar Monica Bellucci'yi çok sevsem de bu rolde Sophie Marceau daha başarılı olmuş sanki. Filmin son yarım saatinde çok fazla aşırı tepkiler veriyor Monica Bellucci, ona kıyasla Sophie Marceau daha tutarlı bir oyunculuk sergiliyor ve bence daha iyi Jeanne oluyor. Son bölümlerde Lynch tarzı şeyler denemeye kalkışıyor yönetmen ama pek başarılı olduğu söylenemez. Zaten çok geçmeden olayları çözmeye başlıyorsunuz yavaş yavaş ve bütün şeyler gereksiz gözüküyor. Belki çok fazla eksiği var benim gözümde ama seyirciyi geren bir hava oluşturmayı çok iyi becermiş, o konuda hakkını yememek lazım. Filmin bütününde bu kadar farklı olmayı denemişken, son sahnede klişelere başvurması olmasa ortalama bir film olabilirdi benim için ama malesef kötü.

Ayrıca hangi kadın Monica Bellucci'ye dönüşmeyi istemez, onu hala anlamadım. Sophie Marceau da kendi halinde güzel belki ama diğer tarafta Monica var.

Read more...

26 Ekim 2009 Pazartesi

Aanrijding in Moscou a.k.a Moscow, Belgium


Öncelikle söylemek istiyorum, sonra yanlış anlaşılma olmasın, filmin adı "Sarıyer, İstanbul " tarzındadır. "Moskova, Belçika'da değil ama" diye düşündüm tabiki en başında ama Belçika'da da varmış. Genth şehirinin bir bölümüne Moskova deniliyormuş ve filmin adının 'Moscow, Belgium' olmasının nedeni de orada çekilmiş olmasıymış. Filmin türü romantik - komedi ama Hollywood tarzı romantik-komedilerden çok farklı, güzel olanlarından bile. Filmin yönetmenliğini Christophe Van Rompaey yapmış, Jean-Claude Van Rijckeghem ve Pat van Beirs ise senaryosunu yazmışlar. Oyuncu kadrosu daha önce pek tanınmamış isimlerden oluşuyor. Barbara Sarafian, Jurgen Delnaet, Anemone Valcke bunlardan birkaç tanesi.


Bir alışveriş merkezi sahnesiyle açılıyor film. Üç çocuk annesi Matty'nin bezgin, her şeyden bıkmış bir surat ifadesiyle, yanında koşuşturan iki çocuğuyla beraber ruhsuz bir şekilde alışveriş yapmasını izliyoruz. Böyle olmasının nedeninin öğretmen olan kocasının 20li yaşlarda bir öğrencisi için onu terkettiği olduğunu öğreniyoruz. Daha da beteri, Matty hala onu seviyor ve geri gelmesini bekliyor, hatta bu yüzden daha boşanmamışlar bile. Kocasının bir başka kadından sıkılıp, kendisine dönmesini bekleyen 41 yaşındaki bir kadın için hayat pek eğlenceli olmasa gerek. Alışveriş bitiriip, malzemeleri arabaya yükledikten sonra eve gitmek için gaza basıyor Matty ama kocaman bir kamyona çarpıyor. Çarptığı kamyonun sahibi Johnny bir hışımla aşağı inip, bağrınmaya başlayınca, Matty aşağı kalmıyor tabi. Bütün hıncını Johnny'den çıkarıyor sanki. Johnny başta sevmediği bu kadına aşık oluyor birdenbire, tartışma sırasında söyledikleri yüzünden. Matty, önceleri ilgilenmiyormuş gibi dursada, bu tatlı adamın bitmek bilmez ilgisine kayıtsız kalamıyor tabiki. Kocasının geri dönmeye çalışmasıyla birlikte işler karışıyor ve işte film Matty'nin yaptığı bu seçimi anlatıyor bize.


Filmi bir müzik aleti olarak tarif etmek gerekirse bu alet ya akordiyon ya da mızıka olur herhalde. Benzerlerinden çok farklı bu film çünkü karekterleri çok sıradan ve çok gerçek. Güzel kadın ve yakışıklı erkek yok bu defa başrolde, onların yerine iki 'kaybeden' var. Tip olarak getirdikleri farklılığın yanında çok da iyi oynuyor bu oyuncular. Özellikle Barbara Sarafian rolünün hakkını tam anlamıyla vermiş. İlk baştaki soğuk ve kuşkucu tavırları ve zamanla değişen kişiliğini çok iyi yansıtmış bizlere. Bence geçen senenin en iyi performanslarından birini koymuş ortaya. 'Johhny' rolündeki Jurgen Delnaet de iyi belki ama şekerliği, oyunculuğunun önüne geçiyor sanki. Oyunculuğundan bahsetmek gereken bir diğer isim ise Anemone Valcke. Kardeşlerin en büyüğü rolünde, gelecek için büyük şeyler vaad ediyor bana kalırsa. Sade ve doğal bir oyunculuğu var, e eli yüzüde düzgün olduğuna göre, sırtı yere gelmez bence artık. Filmi bu kadar güzel yapan en önemli unsur ise senaryosu. Akıllıca yazılmış diyaloglar ve anlatılmak isteneni verebilen karakterler ustalıkla oluşturulmuş. Film Cannes Eleştirmenler Haftasından 3 ödülle dönmüş, onların dışında 11 ödül ve 3 adaylığı daha var. Böyle filmler çok fazla çıkmıyor ne yazık ki, bulunca kaçırmamak lazım. Geçen senenin 'Little Miss Sunshine' ı, izlenmeyi gerçekten çok hakediyor.

Read more...

19 Ekim 2009 Pazartesi

The Black Balloon


Avustralya'dan çıkmış çok fazla film izleme şansım olmadı şimdiye kadar ama küçük bir kısmı bile bu kadar güzelse izlemediklerimin, çok şey kaçırmışım demektir. The Black Balloon, yönetmeni Elissa Down'un ilk uzun metrajlı filmi ama bayaa bir kısa film geçmişi varmış. Senaristliğide Jimmy Jack ile paylaşmış Elissa Down. Başrollerde ise Rhys Wakefield, Luke Ford, Toni Collette ve Gemma Ward gibi isimler var. Katıldığı festivallerden 15 ödül ve 23 adaylıkla dönmüş. Kazandığı en önemli ödül ise Berlin Film Festivalinden aldığı Kristal Ayı ödülü.


Dört kişilik bir aileyi anlatıyor film hatta neredeyse beş. İki erkek kardeş, hamile bir anne ve babadan oluşan 5 kişilik bir aile bu. Ailenin küçük oğlu Thomas(küçük dediğim de film başladığında 15, bittiğinde 16 yaşında) üzerinden anlatılıyor hikaye. Baba asker olduğu için, belirli aralıklarla taşınmak zorunda kalıyorlar ve taşındıkları bu yerde iyi bir başlangıç yapmak istiyor Thomas ama ona göre önünde büyük bir engel var, otistik ağabeyi Charlie. Mümkün olduğunca saklamaya çalışıyor Charlie'yi okuldaki arkadaşlarından ve özellikle de hoşlandığı kız olan Jackie'den. Bu çabaları bir gün Charlie evden kaçıp, şans eseri Jackie'nin evini tuvalet ihtiyacı için kullanmaya karar verdiğinde boşa çıkar. İşler Thomas'ın düşündüğü gibi gitmez, en azından kısmen. Okuldaki arkadaşları konusunda haklı çıkarken, Jackie hakkında yanılır. Annesinin hamileliğinin en son safhada olması ve babasının yoğun işleri yüzünden Charlie'nin bütün yükü Thomas'a kalır ve bu onu iyice bunaltır ama Jackie ona destek olmak için onun yanındadır.


Bu konuyu Çağan Irmak'ın eline verseniz, birkaç paket mendil eşliğinde izlemek zorunda kalırsınız herhalde ama yönetmen Elissa Down, iki otistik kardeşle büyümenin verdiği tecrübeyle olsa gerek çok daha sakin ve gerçekçi yaklaşmış konuya. Komediyi işin içine tam ayarında katmış yönetmen. Charlie için üzüldüğünüz sahnelerden çok daha fazla gülüp, eğlendiğiniz sahneler var. Oyunculuklar ise filmin en başarılı kısmı. Charlie'yi oynayan 'Luke Ford'un İmdb sayfasına girmesem ve biri bana ısrarla onun gerçekten otistik olduğunu söylese, inanabilirdim herhalde. Luke Ford'un yanında Rhys Wakefield ve Gemma Ward biraz sönük kalsalar da, gayet başarılı oynamışlar. Anne rolü için Toni Collette bence zaten biçilmiş kaftan, daha önce "Towelhead"de hamile rolünde izlemiş ve yine çok beğenmiştim. Burda oyunculuğu nedeniyle değilde daha çok filme dikkat çekmek için oynuyor gibi geldi bana, o ayrı. Toni Collette'nin anne rolünde olduğu filmlerin afişlerinde ağırlıklı sarı renk kullanılıyor olsa gerek(bkz. Little Miss Sunshine), ilginç(en azından bana ilginç geldi). Bu oyuncuların iğrenç Avustralya aksanıyla konuşmamaları ise ayrı bir hoş olmuş."The Black Balloon-Siyah Balon" farklılığa dikkat çekmek için konulan bir isim gibi gözüküyor ama daha yaratıcı bir şey bulabilirlerdi herhalde diye demeden edemeyeceğim. Sonuçta ortaya arşivlik bir film çıkmış, bulup izlemek lazım.

Read more...

16 Ekim 2009 Cuma

(500) Days of Summer


-the following is a work of fiction. any resemblance to persons living or dead is purely coincidental.
-especially you jenny beckman.
-bitch

Bu yazılarla açılıyor film ve daha en başından fazlasıyla eğleneceğimizin sinyalini veriyor. Jenny Beckman'dan çok çekmiş yönetmenimiz Marc Webb'in ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen Imdb Top 250'de şimdilik 196. sırada yer bulmuş kendisine. Romantik-komedi türünü pek sevmeyen ben, filmi ilk olarak görücüye çıktığı ve büyük övgüler aldığı Sundance Film Festivali'nden beridir merak ediyordum, izlemek ancak nasip oldu. Başrollerde Joseph Gordon-Levitt ve Zooey Deschanel var, aşka dair bu hikayede. Türkiye'de "Aşkın 500 günü" adıyla gösterime girdi. Hala isminde 'aşk' kelimesi var diye film izleyen var mıdır bilmiyorum ama çevirenlerin bir bildiği vardır herhalde.

Klasik bir platonik aşk hikayesi gibi gözüksede, benzerlerinden çok farklı bir film. Zaten filmde de denildiği gibi "bu bir aşk hikayesi değil, aşk hakkında bir hikaye"."Kız ve oğlan tanışırlar. Çocuk aşık olur. Kız aşka inanmaz." yazıyor Türkçe afişinde filmin. Filmdeki çocuk, Tom Hansen (Joseph Gordon-Levitt) ilk görüşte aşka inanan ve hala hayallerindeki kızı arayan birisiyken, kız ise tam tersi aşka inanmayan, hafif deli dolu Summer (Zooey Deschanel)'dır. Tom işyerinde Summer'ı gördüğü ilk andan itibaren O'nun aradığı kişi olduğundan emindir ama bunu Summer'a anlatmak biraz zor olur. Bir şekilde Summer'a açılır Tom ama Summer her şeyi en başından söylemiştir, ciddi bir ilişki istemiyordur. Tom her şeyi göze alır ve bu ilişkiye devam eder ama gün gelip Summer ondan ayrılınca hayata küser. Ne yapıp edip Summer'ı geri kazanmaya çalışır.


Filmi izledikten sonra ''ben bu adamı bir yerlerden tanıyorum'' diyerek girdiğim Imdb, beni yanıltmadı ve hatırlamış oldum ki, Joseph Gordon-Levitt 'Brick'te oynayan elemanmış. Bütün duygularını sadece yüzü vasıtasıyla hissettiriyor bu filmde. Yaşlanınca oynayan o bütün kaslar biraz çirkin bir görüntü oluşturabilir belki ama oyunculuk kariyeri açısından çok yararlı oldukları kesin, o ayrı. Film boyunca 'Tom' ile beraber sevinip, beraber üzülüyoruz ve beraber Summer'dan nefret etmeye çalışıyoruz. Summer'dan nefret etmek o kadar kolay olmuyor tabiki. Zooey bütün o şirinliğiyle bakınca mavi mavi, insan unutuyor her şeyi, aynı şey 'Tom' içinde geçerli olsa gerek bir türlü kopamıyor ondan. Film Tom'un Summer'la yaşadığı 500 günü doğrusal olmayan bir şekilde anlatıyor ve bunu gelişigüzel de yapmıyor bana kalırsa. Kurgu açısından çok başarılı film. Bilmemiz ya da görmemiz gereken her şeyi tam zamanında gösteriyor ve ileri ya da geri sarıyor. Oluşturulan karakterlerin hiçbirinin içi boş değil. Herbirinin neye, nasıl tepki vereceğini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Oyuncuların karakterleriyle ve birbirleriyle olan uyumları harika. Joseph Gordon-Levitt karakterin hakkını tam anlamıyla vermiş, e zaten Zooey'i bu tarz rollerde görmek onu tanıyanlar için pek yeni değil.


Yakaladığı renkler ve güzel kamera açıları filmi farklı kılan birkaç diğer unsur. Şimdiye kadar anlattıklarımın hepsi önemliydi tabiki ama Marc Webb'in yaptığı bir şey var ki; o, bu filmi benim gözümde özel bir yere koyuyor. Bir sahnede 'Tom'un aklından geçenleri iyice anlatmak için, ekranı ikiye bölüp, yarısında "expectations-beklentiler", diğer yarısında "reality- gerçekler"i göstermesi bence filmin doruk noktasıydı. Filme dair bir diğer güzel nokta ise soundtracki. The Smiths, Regina Spektor hatta Carla Bruni gibi isimler var soundtrackte. Benim en sevdiğim şarkı ise "expectations-reality" kısmında çalan Regina Spektor- Hero oldu. Tekrar tekrar dinlemeden edemiyor insan. Romantik komedilerin en sevdiğim yanı güzel soundtrackleri olmaları zaten.(Bkz. Once, Bkz. Nick & Norah's Infinite Playlist). Filmin sonunu eleştirmeden geçemeyeceğim birde. Sonunu söylemiyorum tabiki ama izleyince bana hak vereceksiniz zaten.

Read more...

10 Ekim 2009 Cumartesi

Kærlighed på film / Just Another Love Story


Afişi ve ismi bana pek çekici gelmemesine rağmen izledim ve iyi ki izlemişim diyorum. Kuzeylerden gelen filmlere karşı zaafım var benim. Belki çoğunu bulabilme şansımız olmadığından sadece güzel olanlarını bulup izliyoruz, o yüzden kuzeyden hep iyi film çıkar gibi bir yargıya sahibim ama ne desem ne yapsam bu düşüncemi değiştiremiyeceğim herhalde. Herhangi bir filmi gördüğüm anda izleme gereksinimi oluşuyor. Filmin yönetmenliğini, senaryoyu da yazan Ole Bornedal yapmış. Başrollerde ise Rebecka Hemse ile Anders Bethelsen var. Her ne kadar bu ikilinin yüzleri bana feci halde tanıdık gelsede, imdb sayfalarına bakınca izlediğim bir filmlerini bile göremedim.


Hikayesi isminden de anlaşılacağı gibi öyle pek ahım şahım değil ama bu hikayenin işlenişini iyi becermişler, o ayrı. 2 çocukluk mutlu bir aileyi izliyoruz filmin başında. Jonas bu hayattan ufak ufak sıkılmaya başlamış olsa bile, pek fazla renk vermiyor ya da vermemeye çalışıyor. Jonas'ın bu sıkıcı ve sıradan hayatı bir trafik kazasıyla değişiyor. Karısı Mette'nin filmin başından beri değiştirmeyi önerdiği ama bir türlü değiştirmedikleri araba yolda aniden durunca, arkadan gelen ve ağlamaktan dikkatini pek yola veremeyen Julia kaza yapıyor. Julia Jonas'ın bu sıradan hayatından bir çıkış bileti oluyor. Jonas onun hayatına ve kendisine ilgi duymaya başlıyor. Mette bir nevi tahmin ediyor başına gelecekleri sanki, arabayı değiştirelim derken. Jonas'ın hastaneye Julia'yı dolaşmaya gittiğinde, içeri girmek için sevgilisiyim demesiyle işler başka bir yöne sapıyor. Tam o sırada resepsiyonda bulunan Julia'nın abisi Jonas'ı Julia'nın sevgilisi olan Sebastian sanıyor. Jonas'ın bu duruma ses çıkarmamasıyla, işler birazcık daha karışıyor. Buraya kadar gayet normal bir aşk hikayesi gibi gidiyor film ama ileri doğru, Julia'nın başına gelenleri öğrendikçe film biraz daha gerilime kaçıyor.


Aldığı ödüllere ve katıldığı festivallere bakınca, benim için en değerli festivallerden biri olan Sundance göze çarpıyor. "Ben sevmedim konusunu, ne bu böyle?" diyorsanız, Sundance' de yarışmış olduğu için deneyebilirsiniz belki. Tamam güzel film ama saçma sapan kısımları da yok değil hani, hatta azımsanmayacak kadar var bu kısımlardan ama bunları filmin içine iyi eritmişler. Oyuncular ise filmin en başarılı parçası bence. Özellikle 'Mette' rolündeki 'Charlottte Fich' çok iyi oynamış. Filmin bir diğer artısıysa kurgusu. Zaten filmi ilgi çekici kılan bu başarılı kurgusu. Bence izleyin, beğenmeseniz bile Danimarka'dan bir film izlemiş olursunuz.

Read more...

8 Ekim 2009 Perşembe

Away We Go


Geçen senenin bence en çok hakkı yenen filmi olan 'Revolutionary Road'un yönetmeni Sam Mendes bu sefer pek ara vermeden bir film daha çekmiş, 'The Office' de yeterince parlamış olmasına rağmen, doğru dürüst filmlerde, doğru dürüst rollerde oynayamamış John Krasinski oynamış filmde, e hal böyle olunca izlemeden edemedik. John Krasinski'nin yanına Maya Rudolph'u koyup, yan rollerede Maggie Gyllenhaal gibi isimleri yerleştirmiş Sam Mendes.


Evli olmayan ama evli bir çiftten farkı olmayan Verona ve Burt, Burt'un ailesine yakın bir yerde yaşamaktadır. Verona ailesini kaybettiği için, hamile olduğunu öğrendiğinde yaşadıkları yer onlar için daha anlamlı olmuştur. Burt'un ailesi bebek 6 aylıkken, 2 yıl Avrupa'da yaşayacaklarını söyleyince yaşadıkları yerin hiçbir önemi kalmaz ve akraba ve arkadaşlarının yaşadıkları birkaç yeri gözden geçirip, en beğendikleri yere taşınma kararı alırlar. Sıra sıra Phoenix, Montreal gibi şehirlere gidip, hem şehiri inceler hemde orada oturan arkadaş/akrabalarla buluşurlar. Kendileri daha büyüyememişken, 3 ay sonra anne ve baba olacak bu iki kişinin gezilerinde yaşadıklarını ve kendileri ve bebekleri için en iyi şehri seçmelerini anlatıyor.


Karakterlere bakarsak komedi filmi olması gerekiyor ama drama kısmı hiç azımsanacak gibi değil. Duygusallığın ağır bastığı kısımlar filmin eğlenceli yapısını hiç bozmuyor hatta daha da güçlendiriyor diyebilirim. Karakterleri güzel oturtmuş Sam Mendes ama yaptıkları işleri öyle ucuz geçmese çok daha güzel olurdu sanki. Bunun dışında çok düzenli ve güzel bir senaryosusu var. Film belirli bir tempoya oturmuş öyle gidiyor. Çıkışları yok belki ama inişleride yok, hiçbir zaman yormuyor insanı ve bir solukta izlettiriyor kendini. John Krasinski benim için yetenekli bir oyuncuydu filmden önce ama şu an kendisi için çok daha büyük sıfatlar düşünüyorum. Oynadığı karakter bence çok zor, çünkü bir yudum fazla sulu olsa veya bir yudum daha ciddi olsa olmazmış herhalde, ayarını tam tutturmuş. Maya Rudolph'un başarılı performansından da bahsetmek gerekir ayrıca. Yan rollerden birinde Maggie Gyllenhaal gibi bu tarz filmlerde olmazsa olmaz bir oyuncuyu koyarak tam yerinde bir karar vermiş Sam Mendes. Belki gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri değil ama son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri olduğu kesin.

Read more...

4 Ekim 2009 Pazar

Dancer in the Dark




Lars Von Trier'in adını çok duydum ama sadece 1-2 filmini izledim şimdiye kadar. Madem o kadar iyi yönetmenmiş izleyelim bari diyerek bu filmi buldum ama bu filmde de Björk oynuyor(Pek hoşlanmam kendisinden) diye erteledikçe erteledim izlemeyi. Sakatlıkta yerimden kalkamazken, elimdeki filmler birer birer azalınca mecburen izledim ve çok kızdım bu kadar beklediğim için. Filmden sonra Björk gözüme daha şirin gelemeye başladı resmen ve artık rahatlıkla söyleyebilirim ki Lars Von Trier işinde en iyilerden biri. Oyuncular arasında Catherine Deneuve, Peter Stormare gibi isimler var. Ayrıca Bjork'e Cannes'ta 'En iyi Kadın Oyuncu' ödülünü, Lars Von Trier'e de Altın Palmiyeyi kazandırmış.


Selma'nın gözlerinde bir problem var ve gitgide körleşiyor. Aynısının çocuğunada olacağını bildiği için kalkıp Amerika'ya geliyor hem çocuğunun ameliyatı için yeterli parayı biriktirmek hemde Amerika bu ameliyatın yapılacağı tek yer olduğu için. Kendisini düşünmüyor bile, sadece oğlunun ameliyat masraflarını karşılamak için gece gündüz çalışıyor. Neredeyse kör olduğu halde kimseye bir şey belli etmiyor, ki onu işten kovmasınlar diye. Hatta göz muayenesinden önce harflerin sırasını bile ezberliyor. Oturduğu evin sahipleri bir polis ve karısı. Polis eşini mutlu etmek için çok uğraşıyor ama kadının yaptığı tek şey para harcamak. Bill'in parası bittiğinde ne yapacağını şaşırıp, Selam'nın parasını çalıyor. Asıl önemli olaylar bundan sonra başlıyor zaten. Selma parasını geri alıp, oğlunun ameliyat olmasını garantilemek için elinden geleni yapıyor, bu uğurda ölüm bile korkutmuyor onu.


"Müzikallerde kötü bir şey olmuyor" diyor Selma ve sıkıldığı, bunaldığı zaman kendi müzikaline kaçıyor, çevresinde duyduğu sesleri kullanarak. Müzikal denilemez filme ama dediğim gibi müzikal kısımlarıda var. Zaten filmin en beğendiğim bölümünü müzikal bir kısım olşturuyor. Jeff, Selma'ya "Göremiyorsun değil mi?" diye sorduktan sonra, Selma'nın "Görecek ne var ki" deyip 'I've Seen It All' u söylediği sahne hiç aklımdan çıkmıyor. Şarkının sözlerinin çok basit ama bir o kadar anlamlı olması, Bjork'un jest ve mimikleriyle birleşince inanılmaz olmuş. (Soundtrack'te Thom Yorke ile beraber söylemiş. O da güzel ama filmin etkisinden midir bilinmez, ben tek başına söylediği versiyonunu daha bi' beğendim.)

Bu filmde Bjork'ten başkası oynasaydı bu etkiyi yaratamazdı herhalde film. Bjork'ü hiç sevmem ama bu filmden sonra daha sıcağım kendisine karşı. Hoş, kendisinin oynabileceği tek rolün burdaki gibi bir rol olduğunu düşünüyorum, o ayrı. Lars Von Trier'in garip kamera tekniklerini seviyorum ben, filmi ilginç kılıyor. Bu filmde de eksik bırakmamış bizi onlardan. Diğer oyuncularda çok çok başarılı, özellikle Catherine Deneuve. Giriş müziği harika olmasına rağmen biraz durgun başlıyor film ama ipleri eline alınca hiç rahat bırakmıyor sizi. Öyle sulugöz biri değilimdir ama bu filmde neredeyse her dakika ağlayasım geldi. Filmin bazı sahnelerini ilk izleyişimden bu yana onlarca defa tekrar izledim. Son sahnede kapağı açtıklarında çıkan sesten o kadar etkilendim ki, her tekrar izleyişimde, o ses gelmeden kapatıyorum. Selma'nın son şarkıyı duymadan, sinemadan çıkması gibi bir şey olsa gerek bu da. Öyle böyle değil, çok etkileyici bir film. Lars Von Trier belki sadece bir anne'nin hikayesini anlatıyor gibi görünüyor ama altına sıkıştırdığı şeyler belki görünürdekinden daha önemli. İyi yazılmış, iyi oynanmış, iyi yönetilmiş. Hiçbir eksiği yok bence filmin, tam arşivlik.

I've Seen It All

i've seen it all, i have seen the trees,
i've seen the willow leaves dancing in the breeze
i've seen a friend killed by his best friend,
and lives that were over before they were spent.
i've seen what i was - i know what i'll be
i've seen it all - there is no more to see!
you haven't seen elephants, kings or peru!
i'm happy to say i had better to do
what about china? have you seen the great wall?
all walls are great, if the roof doesn't fall!
and the man you will marry?
the home you will share?
to be honest, i really don't care...
you've never been to niagara falls?
i have seen water, its water, that's all...
the eiffel tower, the empire state?
my pulse was as high on my very first date!
your grandson's hand as he plays with your hair?
to be honest, i really don't care...
i've seen it all, i've seen the dark
i've seen the brightness in one little spark.
i've seen what i chose and i've seen what i need,
and that is enough, to want more would be greed.
i've seen what i was and i know what i'll be
i've seen it all - there is no more to see!
you've seen it all and all you have seen
you can always review on your own little screen
the light and the dark, the big and the small
just keep in mind - you need no more at all
you've seen what you were and know what you'll be
you've seen it all - there is no more to see!

Read more...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Inu to watashi no 10 no yakusoku / 10 Promises to My Dog


Sevmiyorum böyle filmleri ben. Saito'nun annesi hastalanınca öleceğini bildiği için ona bir köpek hediye ediyor(gibi) ve bu köpeğe karşı tutması gereken 10 söz belirliyor. Saito köpeği çok seviyor ve sözleri tutacağına yemin ediyor. Bu arada anne ölüyor ve köpek(Socks) ve Saito birbirleriyle çok fazla içli dışlı oluyorlar. E kız büyüyor, köpek büyüyor derken araları açılıyor biraz vs vs. Nereden bir şey bulsamda seyirciyi ağlatsam diye bas bas bağıran bir film. Her şeyini ağlatma üzerine koymuş olduğu için ben en başından kaybetti zaten ama öyle çirkin bir film değil, gayet eli yüzü düzgün. Birde Çağan Irmak çekseydi bu film kimbilir neler yapar, hüngür hüngür ağlatırdı milleti diye düşünmeden de edemiyorum.

Read more...

2 Ekim 2009 Cuma

27 Dresses


Arada sırada romantik komediler izleyesim geliyor, özellikle ev-okul vb. yerlerdeki işlerin yoğunlaştığı zamanlarda. Güzelini bulmak biraz zor olduğundan pek sık olmuyor ne yazık ki. Bu tarz filmlerin en başarılı oyuncularından biri bence Katherine Heigl. Hem çok yetenekli hemde çok samimi gelen bir güzelliği var(Evet, samimi güzellik). Yönetmenliğini Anne Fletcher yapmış, ki kendisi yönetmenlik işine gireli daha çok olmamasına rağmen büyük isimlerle çalışmış, tutan ve güzel işler yapmış.(Bkz. The Proposal). James Marsden. Malin Akerman gibi oyuncularda Katherine Heigl'e eşlik ediyorlar.


Jane küçük bir kızken katıldığı bir düğünden sonra nedimelik işine kafayı takmış. O yüzden doğru düzgün tanımadığı insanların düğünlerinin neredeyse tamamını o organize ediyor. Tabi bu arada kendi düğününde damat olarak görmek istediği kişi ise patronu George. Jane'in ultra sorumsuz, hoppa kardeşi Tess, George'la karşılaşıp, tavlayınca iki kardeş arası açılmaya başlıyor. Tess'in George'a iyi görünmek uğruna attığı yalanları duydukça Jane'in öfkesi daha da artar. Düğünden düğüne koşturan Jane, bir seferinde gazetede düğünler hakkında yazılar yazan Kevin ile tanışır. Bu ikili ilk olarak birbirlerinden hoşlanmamış gibi gözüksede, bu durum pek uzun sürmez. Filmde Jane'in kardesi Tess'e nasıl tahahmmül ettiğini anlatıyor bir nevi.


Filmin adı '27 Dresses', Jane'in nedime olarak katıldığı 27 düğünden arta kalan 27 elbiseden geliyor. Türkçe'ye ise 'Benimle Evlenir misin?' gibi ustaca çevrilmiş. Seyircinin 'Benimle Evlenir misin?' adlı bir filmi '27 Elbise' adlı bir filme tercih edeceğini düşünmüş olsalar gerek. Senaryo açısından benzerlerinden pek bir farkı yok, belirli aşk üçgenlerinde biraz dolaştıktan sonra mutlu sonla bitiyor film. Katherine Heigl'in performansını beğendim. Suratına bakınca zaten bu filmdeki karakterine benzetiyorum ben. Çok çok iyi bir film değil ama güzel zaman geçirmek için tavsiye edilir.

Not: Belki biraz kız filmi denilebilir.

Read more...

30 Eylül 2009 Çarşamba

Leverage


CNBC-e'nin bu seneki 3 yenisinden benim en çok ilgimi çeken dizisi bu oldu. CNBC-e'den duydum ama ordan takip etmiyorum. Öyle olunca yeni bölümlere yetiştim bile. Bir kere başlayınca ara verilmiyor resmen. Evet belki çok klişe dizi, belki bölümün başından ileride neler olacağı belli oluyor ama yinede çekiyor kendine. Böyle dizilerde karakterler çok önemli bence, bu hırsızlar işlerinde çok iyi oldukları için, ister istemez biraz kendini beğenmiş oluyorlar. Leverage da bu kendini beğenmişliğin dozunu çok iyi ayarlamışlar. Zaten başka türlü olunca soğuyorum ben diziden. Oyunculuklarda gayet başarılı dizide. Tutuk başlayan 'Hardison' dışında herkes çok iyi, zaten o da ilerleyen bölümlerde kopardı gitti. Dizinin en sevdiğim karakteri ise Parker. Daha önce karşılaşmadığımız için pek üzgünüm valla. Bu kadar güzel hemde sevimli insan olamaz herhalde. Keskin bakışları ve ani gülüşleriyle kalbimizde büyük bir yer etti.
CNBC-e şöyle diyor dizisi hakkında,

ABD'de kısa süre içinde sadık bir izleyici kitlesi edinen Leverage, A Takımı ve Görevimiz Tehlike gibi klasikleşmiş dizilerin mirasçısı olarak, modern zamanın Robin Hood’larını izleyiciyle buluşturuyor. Acımasız sigorta şirketlerine, uluslararası dev holdinglere ve yaptıkları haksızlıklar yanlarına kar kalan pek çok kuruma karşı artık halkın elinde bir koz var. Nate Ford’un başını çektiği ekip, yasalara uygun dolandırıcılıkları kimsenin yanına kar bırakmıyor. Her biri farklı alanlarda uzman dört azılı dolandırıcı ve eski bir sigorta müfettişi, mahkemede hakkın yerini bulamadığı davaları, kendi bildikleri yoldan çözüyor. Komplo teorileri, ajan hikayeleri ve bulmacalardan hoşlanıyorsanız; entrikanın, aksiyonun ve ekip ruhunun birleşimi Leverage’ı kaçırmayın. Oscar ödüllü oyuncu Timothy Hutton’ın başı çektiği oyuncu kadrosu, CNBC-e’nin sevilen dizisi Coupling’den hatırlayacağınız Gina Bellman ile renkleniyor.

Read more...

C Blok


Zeki Demirkubuz en sevdiğim Türk yönetmen kategorisinde Reha Erdem’le çekişir durur ama hep bir adım önde gelir bana. Bir türlü kısmet olmamıştı ustanın ilk filmini izlemek ve nihayet bütün filmlerini izlemiş oldum kendisinin. Eski bir ‘Şaşıfelek Çıkmazı’ sever olarak Zuhal Gencer’i izlemek eğlenceli olacak sanmıştım ama niye ekranlarda pek görünmediğini anlamış oldum azıcık. Zuhal Gencer’in yanında Fikret Kuşkan, Serap Aksoy, Selçuk Yöntem de var filmde.

Evliliğiyle ilgili problemlerinin arttığı bir zamanda, kapıcının oğluyla, hizmetçisinin kendi yatağında sevişirken gören bir kadının girdiği arayışı anlatıyor film. Belki bir ilk film için iyi olabilir ama diğer filmleriyle karşılaştırınca güçsüz kalıyor ne yazık ki. Kesinlikle bir Kader ya da Masumiyet değil ama kötü demekte gelmiyor içimden. Bence senaryo açısından biraz zayıf kalmış ama Zeki Demirkubuz’un gelecekte neler yapacağına dair iyi işaretler veriyor. Fikret Kuşkan’ın gayet iyi oyunculuğundan da bahsetmek gerekir, filmi baştan sona o sürüklüyor. Sonuçta Zeki’nin diğer filmlerini izlemiş biri için çok kötü gelebilir ama ortalama üstü denilebilir bence.

Read more...

Better Things


Başlattığım ‘bu seneki !f’te gösterilen filmlerden izlemediğim kalmasın kampanyası’nın son ayağını oluşturdu ‘Better Things’. Şöyle bir düşününce doğru düzgün İngiliz filmi izlemediğim geldi aklıma ya da izledim ama farkında değildim. Daha farkında olarak İngiliz filmlerine yaptığım bu başlangıç için iyi bir seçim değilmiş ne yazık ki bu film, tam !f’te yarışacak dozda bir film tabi, orası ayrı. Yönetmenliğini ve senaristliğini Duane Hopkins yapmış.


Birkaç farklı hikayeden oluşuyor film. Birisi dışarıya çıkmaktan korkan bir kızın, büyükannesinin bakımevinden eve gelmesiyle yaşadığı değişimi anlatıyor. Bir diğeri kocasını bakımevine gönderdikten sonra pişman olup geri getiren bir kadın ve kocasının tekrar birbirlerine alışmasını, ve bir diğeri de sevgilisini aşırı dozdan kaybetmiş bir çocuğun yaşadıklarını ve onun arkadaşının bu olaydan sonra sevgilisiyle yaşadıklarını anlatıyor.


Donuk renkler eşliğinde, ‘ben mutsuz bir film olacağım’ diye haykırıyor film. Oyuncularda buna inanmış olsa ki , bir nebze olsun değişmiyor ifadeleri. Bu gereksiz soğukluk ve mutsuzluk dışlıyor ister istemez insanı filmden. İngiliz ağabeylerin gereğinden fazla çirkinlikleriyle ortalarda dolaşmaları ve bu çirkinliğe rağmen güzel kız arkadaşları olmaları da filmi beğenmemenin başka bir nedeni. Tek kaş birinin o kadar güzel burunlu bir sevgilisi olmamalı yani. Bu sene gösterdiği popüler filmlerin ardından, bu tarz filmleri de programına katmış olduğunu görünce, !F’in yine ortayı bulamadığını ne yazık ki anlamış oldum. Bir gün düzelir inşallah diyor, beklemeye geçiyorum.

Read more...

The Children


Güzel korku filmi bulmak çok zor valla. Aslında ortada çok fazla korku filmi var ama çoğu birbirine benzeyen öylesine filmler. İsminden anlaşılacağı üzere bu filmde korkmamız gereken kişiler çocuklar. Daha önce yine çocukları konu almış bir korku filmi izlemiştim ‘Ils/Them’ diye ve beğenmiştim. İnşallah ona benzer diye başladım filme ve maalesef yine hayal kırıklığı.Yönetmenliğini Tom Shakland yapmış, Eva Birthistle, Stephen Campbell Moore gibi isimler oynamış.


Elaine’nin Casey ve Leah adında iki çocuğu vardır ve tek çocuğu olan Jonah’la birliktedir(Çocuklar önemli diye bu kadar ayrıntıya girdim). Yılbaşını kız kardeşinin şehir dışında, doğru dürüst telefon bile çekmeyen evinde geçirmeye karar verirler ve oraya giderler. Kız kardeşinin de 2 tane çocuğu vardır. Leah eve ilk geldiği andan beri rahatsızdır ve garip davranır. Biz onda bir problem olduğunu biliriz (hatta ben yine şeytanın oğlu muhabbeti mi acaba diye düşünmüştüm) ama biz hariç herkes hiçbir şeyden şüphelenmezler. Onun haricinde başlarda her şey iyi gider. Odalarına çekildiklerinde birbirlerini çekiştirirler, çocuklar beraber oynamaya başlarlar gibi. Bir sonraki gün yemek masasında çocuklar çıldırmaya başlayınca, hepsini dışarı çıkarıp oynamaya başlarlar. Çocukları eğlendirmek için tepeden kayarken, bir kaza yaşanır ve bu olaydan sonra hiçbir şey doğru gitmez. Çocuklar anne ve babalarını öldürmeye çalışır. Her neyse bu çocukları delirten şey, ilk olarak küçük yaştakileri etkilediği için Casey de anne ve babalarıyla birlikte tehlikededir.


Bilmiyorum ben mi anlamadım ya da cidden anlatmadılar mı ama neden çocukların delirdiğini bir türlü öğrenemedim. Hal böyle olunca hiç sevemedim filmi. Zaten çocuk oyuncuları pek güzel seçememişler. Aslında çocuklar cidden korkutucu olabilirler ama bunu doğru kullanmayı herkes başaramıyor demek ki. Çocukların o küçücük beyinleriyle yaptıkları milimetrik hesaplamalar, inanılmaz güçlenişleri gibi şeyler çok abartı duruyordu filmde. Senaryoyu güzel yazmaktan çok, anne ve babalara nasıl daha iğrenç işkence edebiliriz diye düşünmüşler ama onda bile başarılı olamamışlar, ki toplasan hepsini 4 tane yetişkin var ve biz sadece ikisinin ölümünü görüyoruz. Bunu izlemeyi düşünenlere ‘Ils’i önerir, yazıyı bitiririm.

Read more...

  © Blogger templates ProBlogger Template by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP