26 Ekim 2009 Pazartesi

Aanrijding in Moscou a.k.a Moscow, Belgium


Öncelikle söylemek istiyorum, sonra yanlış anlaşılma olmasın, filmin adı "Sarıyer, İstanbul " tarzındadır. "Moskova, Belçika'da değil ama" diye düşündüm tabiki en başında ama Belçika'da da varmış. Genth şehirinin bir bölümüne Moskova deniliyormuş ve filmin adının 'Moscow, Belgium' olmasının nedeni de orada çekilmiş olmasıymış. Filmin türü romantik - komedi ama Hollywood tarzı romantik-komedilerden çok farklı, güzel olanlarından bile. Filmin yönetmenliğini Christophe Van Rompaey yapmış, Jean-Claude Van Rijckeghem ve Pat van Beirs ise senaryosunu yazmışlar. Oyuncu kadrosu daha önce pek tanınmamış isimlerden oluşuyor. Barbara Sarafian, Jurgen Delnaet, Anemone Valcke bunlardan birkaç tanesi.


Bir alışveriş merkezi sahnesiyle açılıyor film. Üç çocuk annesi Matty'nin bezgin, her şeyden bıkmış bir surat ifadesiyle, yanında koşuşturan iki çocuğuyla beraber ruhsuz bir şekilde alışveriş yapmasını izliyoruz. Böyle olmasının nedeninin öğretmen olan kocasının 20li yaşlarda bir öğrencisi için onu terkettiği olduğunu öğreniyoruz. Daha da beteri, Matty hala onu seviyor ve geri gelmesini bekliyor, hatta bu yüzden daha boşanmamışlar bile. Kocasının bir başka kadından sıkılıp, kendisine dönmesini bekleyen 41 yaşındaki bir kadın için hayat pek eğlenceli olmasa gerek. Alışveriş bitiriip, malzemeleri arabaya yükledikten sonra eve gitmek için gaza basıyor Matty ama kocaman bir kamyona çarpıyor. Çarptığı kamyonun sahibi Johnny bir hışımla aşağı inip, bağrınmaya başlayınca, Matty aşağı kalmıyor tabi. Bütün hıncını Johnny'den çıkarıyor sanki. Johnny başta sevmediği bu kadına aşık oluyor birdenbire, tartışma sırasında söyledikleri yüzünden. Matty, önceleri ilgilenmiyormuş gibi dursada, bu tatlı adamın bitmek bilmez ilgisine kayıtsız kalamıyor tabiki. Kocasının geri dönmeye çalışmasıyla birlikte işler karışıyor ve işte film Matty'nin yaptığı bu seçimi anlatıyor bize.


Filmi bir müzik aleti olarak tarif etmek gerekirse bu alet ya akordiyon ya da mızıka olur herhalde. Benzerlerinden çok farklı bu film çünkü karekterleri çok sıradan ve çok gerçek. Güzel kadın ve yakışıklı erkek yok bu defa başrolde, onların yerine iki 'kaybeden' var. Tip olarak getirdikleri farklılığın yanında çok da iyi oynuyor bu oyuncular. Özellikle Barbara Sarafian rolünün hakkını tam anlamıyla vermiş. İlk baştaki soğuk ve kuşkucu tavırları ve zamanla değişen kişiliğini çok iyi yansıtmış bizlere. Bence geçen senenin en iyi performanslarından birini koymuş ortaya. 'Johhny' rolündeki Jurgen Delnaet de iyi belki ama şekerliği, oyunculuğunun önüne geçiyor sanki. Oyunculuğundan bahsetmek gereken bir diğer isim ise Anemone Valcke. Kardeşlerin en büyüğü rolünde, gelecek için büyük şeyler vaad ediyor bana kalırsa. Sade ve doğal bir oyunculuğu var, e eli yüzüde düzgün olduğuna göre, sırtı yere gelmez bence artık. Filmi bu kadar güzel yapan en önemli unsur ise senaryosu. Akıllıca yazılmış diyaloglar ve anlatılmak isteneni verebilen karakterler ustalıkla oluşturulmuş. Film Cannes Eleştirmenler Haftasından 3 ödülle dönmüş, onların dışında 11 ödül ve 3 adaylığı daha var. Böyle filmler çok fazla çıkmıyor ne yazık ki, bulunca kaçırmamak lazım. Geçen senenin 'Little Miss Sunshine' ı, izlenmeyi gerçekten çok hakediyor.

Read more...

19 Ekim 2009 Pazartesi

The Black Balloon


Avustralya'dan çıkmış çok fazla film izleme şansım olmadı şimdiye kadar ama küçük bir kısmı bile bu kadar güzelse izlemediklerimin, çok şey kaçırmışım demektir. The Black Balloon, yönetmeni Elissa Down'un ilk uzun metrajlı filmi ama bayaa bir kısa film geçmişi varmış. Senaristliğide Jimmy Jack ile paylaşmış Elissa Down. Başrollerde ise Rhys Wakefield, Luke Ford, Toni Collette ve Gemma Ward gibi isimler var. Katıldığı festivallerden 15 ödül ve 23 adaylıkla dönmüş. Kazandığı en önemli ödül ise Berlin Film Festivalinden aldığı Kristal Ayı ödülü.


Dört kişilik bir aileyi anlatıyor film hatta neredeyse beş. İki erkek kardeş, hamile bir anne ve babadan oluşan 5 kişilik bir aile bu. Ailenin küçük oğlu Thomas(küçük dediğim de film başladığında 15, bittiğinde 16 yaşında) üzerinden anlatılıyor hikaye. Baba asker olduğu için, belirli aralıklarla taşınmak zorunda kalıyorlar ve taşındıkları bu yerde iyi bir başlangıç yapmak istiyor Thomas ama ona göre önünde büyük bir engel var, otistik ağabeyi Charlie. Mümkün olduğunca saklamaya çalışıyor Charlie'yi okuldaki arkadaşlarından ve özellikle de hoşlandığı kız olan Jackie'den. Bu çabaları bir gün Charlie evden kaçıp, şans eseri Jackie'nin evini tuvalet ihtiyacı için kullanmaya karar verdiğinde boşa çıkar. İşler Thomas'ın düşündüğü gibi gitmez, en azından kısmen. Okuldaki arkadaşları konusunda haklı çıkarken, Jackie hakkında yanılır. Annesinin hamileliğinin en son safhada olması ve babasının yoğun işleri yüzünden Charlie'nin bütün yükü Thomas'a kalır ve bu onu iyice bunaltır ama Jackie ona destek olmak için onun yanındadır.


Bu konuyu Çağan Irmak'ın eline verseniz, birkaç paket mendil eşliğinde izlemek zorunda kalırsınız herhalde ama yönetmen Elissa Down, iki otistik kardeşle büyümenin verdiği tecrübeyle olsa gerek çok daha sakin ve gerçekçi yaklaşmış konuya. Komediyi işin içine tam ayarında katmış yönetmen. Charlie için üzüldüğünüz sahnelerden çok daha fazla gülüp, eğlendiğiniz sahneler var. Oyunculuklar ise filmin en başarılı kısmı. Charlie'yi oynayan 'Luke Ford'un İmdb sayfasına girmesem ve biri bana ısrarla onun gerçekten otistik olduğunu söylese, inanabilirdim herhalde. Luke Ford'un yanında Rhys Wakefield ve Gemma Ward biraz sönük kalsalar da, gayet başarılı oynamışlar. Anne rolü için Toni Collette bence zaten biçilmiş kaftan, daha önce "Towelhead"de hamile rolünde izlemiş ve yine çok beğenmiştim. Burda oyunculuğu nedeniyle değilde daha çok filme dikkat çekmek için oynuyor gibi geldi bana, o ayrı. Toni Collette'nin anne rolünde olduğu filmlerin afişlerinde ağırlıklı sarı renk kullanılıyor olsa gerek(bkz. Little Miss Sunshine), ilginç(en azından bana ilginç geldi). Bu oyuncuların iğrenç Avustralya aksanıyla konuşmamaları ise ayrı bir hoş olmuş."The Black Balloon-Siyah Balon" farklılığa dikkat çekmek için konulan bir isim gibi gözüküyor ama daha yaratıcı bir şey bulabilirlerdi herhalde diye demeden edemeyeceğim. Sonuçta ortaya arşivlik bir film çıkmış, bulup izlemek lazım.

Read more...

16 Ekim 2009 Cuma

(500) Days of Summer


-the following is a work of fiction. any resemblance to persons living or dead is purely coincidental.
-especially you jenny beckman.
-bitch

Bu yazılarla açılıyor film ve daha en başından fazlasıyla eğleneceğimizin sinyalini veriyor. Jenny Beckman'dan çok çekmiş yönetmenimiz Marc Webb'in ilk uzun metrajlı filmi olmasına rağmen Imdb Top 250'de şimdilik 196. sırada yer bulmuş kendisine. Romantik-komedi türünü pek sevmeyen ben, filmi ilk olarak görücüye çıktığı ve büyük övgüler aldığı Sundance Film Festivali'nden beridir merak ediyordum, izlemek ancak nasip oldu. Başrollerde Joseph Gordon-Levitt ve Zooey Deschanel var, aşka dair bu hikayede. Türkiye'de "Aşkın 500 günü" adıyla gösterime girdi. Hala isminde 'aşk' kelimesi var diye film izleyen var mıdır bilmiyorum ama çevirenlerin bir bildiği vardır herhalde.

Klasik bir platonik aşk hikayesi gibi gözüksede, benzerlerinden çok farklı bir film. Zaten filmde de denildiği gibi "bu bir aşk hikayesi değil, aşk hakkında bir hikaye"."Kız ve oğlan tanışırlar. Çocuk aşık olur. Kız aşka inanmaz." yazıyor Türkçe afişinde filmin. Filmdeki çocuk, Tom Hansen (Joseph Gordon-Levitt) ilk görüşte aşka inanan ve hala hayallerindeki kızı arayan birisiyken, kız ise tam tersi aşka inanmayan, hafif deli dolu Summer (Zooey Deschanel)'dır. Tom işyerinde Summer'ı gördüğü ilk andan itibaren O'nun aradığı kişi olduğundan emindir ama bunu Summer'a anlatmak biraz zor olur. Bir şekilde Summer'a açılır Tom ama Summer her şeyi en başından söylemiştir, ciddi bir ilişki istemiyordur. Tom her şeyi göze alır ve bu ilişkiye devam eder ama gün gelip Summer ondan ayrılınca hayata küser. Ne yapıp edip Summer'ı geri kazanmaya çalışır.


Filmi izledikten sonra ''ben bu adamı bir yerlerden tanıyorum'' diyerek girdiğim Imdb, beni yanıltmadı ve hatırlamış oldum ki, Joseph Gordon-Levitt 'Brick'te oynayan elemanmış. Bütün duygularını sadece yüzü vasıtasıyla hissettiriyor bu filmde. Yaşlanınca oynayan o bütün kaslar biraz çirkin bir görüntü oluşturabilir belki ama oyunculuk kariyeri açısından çok yararlı oldukları kesin, o ayrı. Film boyunca 'Tom' ile beraber sevinip, beraber üzülüyoruz ve beraber Summer'dan nefret etmeye çalışıyoruz. Summer'dan nefret etmek o kadar kolay olmuyor tabiki. Zooey bütün o şirinliğiyle bakınca mavi mavi, insan unutuyor her şeyi, aynı şey 'Tom' içinde geçerli olsa gerek bir türlü kopamıyor ondan. Film Tom'un Summer'la yaşadığı 500 günü doğrusal olmayan bir şekilde anlatıyor ve bunu gelişigüzel de yapmıyor bana kalırsa. Kurgu açısından çok başarılı film. Bilmemiz ya da görmemiz gereken her şeyi tam zamanında gösteriyor ve ileri ya da geri sarıyor. Oluşturulan karakterlerin hiçbirinin içi boş değil. Herbirinin neye, nasıl tepki vereceğini az çok tahmin edebiliyorsunuz. Oyuncuların karakterleriyle ve birbirleriyle olan uyumları harika. Joseph Gordon-Levitt karakterin hakkını tam anlamıyla vermiş, e zaten Zooey'i bu tarz rollerde görmek onu tanıyanlar için pek yeni değil.


Yakaladığı renkler ve güzel kamera açıları filmi farklı kılan birkaç diğer unsur. Şimdiye kadar anlattıklarımın hepsi önemliydi tabiki ama Marc Webb'in yaptığı bir şey var ki; o, bu filmi benim gözümde özel bir yere koyuyor. Bir sahnede 'Tom'un aklından geçenleri iyice anlatmak için, ekranı ikiye bölüp, yarısında "expectations-beklentiler", diğer yarısında "reality- gerçekler"i göstermesi bence filmin doruk noktasıydı. Filme dair bir diğer güzel nokta ise soundtracki. The Smiths, Regina Spektor hatta Carla Bruni gibi isimler var soundtrackte. Benim en sevdiğim şarkı ise "expectations-reality" kısmında çalan Regina Spektor- Hero oldu. Tekrar tekrar dinlemeden edemiyor insan. Romantik komedilerin en sevdiğim yanı güzel soundtrackleri olmaları zaten.(Bkz. Once, Bkz. Nick & Norah's Infinite Playlist). Filmin sonunu eleştirmeden geçemeyeceğim birde. Sonunu söylemiyorum tabiki ama izleyince bana hak vereceksiniz zaten.

Read more...

10 Ekim 2009 Cumartesi

Kærlighed på film / Just Another Love Story


Afişi ve ismi bana pek çekici gelmemesine rağmen izledim ve iyi ki izlemişim diyorum. Kuzeylerden gelen filmlere karşı zaafım var benim. Belki çoğunu bulabilme şansımız olmadığından sadece güzel olanlarını bulup izliyoruz, o yüzden kuzeyden hep iyi film çıkar gibi bir yargıya sahibim ama ne desem ne yapsam bu düşüncemi değiştiremiyeceğim herhalde. Herhangi bir filmi gördüğüm anda izleme gereksinimi oluşuyor. Filmin yönetmenliğini, senaryoyu da yazan Ole Bornedal yapmış. Başrollerde ise Rebecka Hemse ile Anders Bethelsen var. Her ne kadar bu ikilinin yüzleri bana feci halde tanıdık gelsede, imdb sayfalarına bakınca izlediğim bir filmlerini bile göremedim.


Hikayesi isminden de anlaşılacağı gibi öyle pek ahım şahım değil ama bu hikayenin işlenişini iyi becermişler, o ayrı. 2 çocukluk mutlu bir aileyi izliyoruz filmin başında. Jonas bu hayattan ufak ufak sıkılmaya başlamış olsa bile, pek fazla renk vermiyor ya da vermemeye çalışıyor. Jonas'ın bu sıkıcı ve sıradan hayatı bir trafik kazasıyla değişiyor. Karısı Mette'nin filmin başından beri değiştirmeyi önerdiği ama bir türlü değiştirmedikleri araba yolda aniden durunca, arkadan gelen ve ağlamaktan dikkatini pek yola veremeyen Julia kaza yapıyor. Julia Jonas'ın bu sıradan hayatından bir çıkış bileti oluyor. Jonas onun hayatına ve kendisine ilgi duymaya başlıyor. Mette bir nevi tahmin ediyor başına gelecekleri sanki, arabayı değiştirelim derken. Jonas'ın hastaneye Julia'yı dolaşmaya gittiğinde, içeri girmek için sevgilisiyim demesiyle işler başka bir yöne sapıyor. Tam o sırada resepsiyonda bulunan Julia'nın abisi Jonas'ı Julia'nın sevgilisi olan Sebastian sanıyor. Jonas'ın bu duruma ses çıkarmamasıyla, işler birazcık daha karışıyor. Buraya kadar gayet normal bir aşk hikayesi gibi gidiyor film ama ileri doğru, Julia'nın başına gelenleri öğrendikçe film biraz daha gerilime kaçıyor.


Aldığı ödüllere ve katıldığı festivallere bakınca, benim için en değerli festivallerden biri olan Sundance göze çarpıyor. "Ben sevmedim konusunu, ne bu böyle?" diyorsanız, Sundance' de yarışmış olduğu için deneyebilirsiniz belki. Tamam güzel film ama saçma sapan kısımları da yok değil hani, hatta azımsanmayacak kadar var bu kısımlardan ama bunları filmin içine iyi eritmişler. Oyuncular ise filmin en başarılı parçası bence. Özellikle 'Mette' rolündeki 'Charlottte Fich' çok iyi oynamış. Filmin bir diğer artısıysa kurgusu. Zaten filmi ilgi çekici kılan bu başarılı kurgusu. Bence izleyin, beğenmeseniz bile Danimarka'dan bir film izlemiş olursunuz.

Read more...

8 Ekim 2009 Perşembe

Away We Go


Geçen senenin bence en çok hakkı yenen filmi olan 'Revolutionary Road'un yönetmeni Sam Mendes bu sefer pek ara vermeden bir film daha çekmiş, 'The Office' de yeterince parlamış olmasına rağmen, doğru dürüst filmlerde, doğru dürüst rollerde oynayamamış John Krasinski oynamış filmde, e hal böyle olunca izlemeden edemedik. John Krasinski'nin yanına Maya Rudolph'u koyup, yan rollerede Maggie Gyllenhaal gibi isimleri yerleştirmiş Sam Mendes.


Evli olmayan ama evli bir çiftten farkı olmayan Verona ve Burt, Burt'un ailesine yakın bir yerde yaşamaktadır. Verona ailesini kaybettiği için, hamile olduğunu öğrendiğinde yaşadıkları yer onlar için daha anlamlı olmuştur. Burt'un ailesi bebek 6 aylıkken, 2 yıl Avrupa'da yaşayacaklarını söyleyince yaşadıkları yerin hiçbir önemi kalmaz ve akraba ve arkadaşlarının yaşadıkları birkaç yeri gözden geçirip, en beğendikleri yere taşınma kararı alırlar. Sıra sıra Phoenix, Montreal gibi şehirlere gidip, hem şehiri inceler hemde orada oturan arkadaş/akrabalarla buluşurlar. Kendileri daha büyüyememişken, 3 ay sonra anne ve baba olacak bu iki kişinin gezilerinde yaşadıklarını ve kendileri ve bebekleri için en iyi şehri seçmelerini anlatıyor.


Karakterlere bakarsak komedi filmi olması gerekiyor ama drama kısmı hiç azımsanacak gibi değil. Duygusallığın ağır bastığı kısımlar filmin eğlenceli yapısını hiç bozmuyor hatta daha da güçlendiriyor diyebilirim. Karakterleri güzel oturtmuş Sam Mendes ama yaptıkları işleri öyle ucuz geçmese çok daha güzel olurdu sanki. Bunun dışında çok düzenli ve güzel bir senaryosusu var. Film belirli bir tempoya oturmuş öyle gidiyor. Çıkışları yok belki ama inişleride yok, hiçbir zaman yormuyor insanı ve bir solukta izlettiriyor kendini. John Krasinski benim için yetenekli bir oyuncuydu filmden önce ama şu an kendisi için çok daha büyük sıfatlar düşünüyorum. Oynadığı karakter bence çok zor, çünkü bir yudum fazla sulu olsa veya bir yudum daha ciddi olsa olmazmış herhalde, ayarını tam tutturmuş. Maya Rudolph'un başarılı performansından da bahsetmek gerekir ayrıca. Yan rollerden birinde Maggie Gyllenhaal gibi bu tarz filmlerde olmazsa olmaz bir oyuncuyu koyarak tam yerinde bir karar vermiş Sam Mendes. Belki gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri değil ama son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri olduğu kesin.

Read more...

4 Ekim 2009 Pazar

Dancer in the Dark




Lars Von Trier'in adını çok duydum ama sadece 1-2 filmini izledim şimdiye kadar. Madem o kadar iyi yönetmenmiş izleyelim bari diyerek bu filmi buldum ama bu filmde de Björk oynuyor(Pek hoşlanmam kendisinden) diye erteledikçe erteledim izlemeyi. Sakatlıkta yerimden kalkamazken, elimdeki filmler birer birer azalınca mecburen izledim ve çok kızdım bu kadar beklediğim için. Filmden sonra Björk gözüme daha şirin gelemeye başladı resmen ve artık rahatlıkla söyleyebilirim ki Lars Von Trier işinde en iyilerden biri. Oyuncular arasında Catherine Deneuve, Peter Stormare gibi isimler var. Ayrıca Bjork'e Cannes'ta 'En iyi Kadın Oyuncu' ödülünü, Lars Von Trier'e de Altın Palmiyeyi kazandırmış.


Selma'nın gözlerinde bir problem var ve gitgide körleşiyor. Aynısının çocuğunada olacağını bildiği için kalkıp Amerika'ya geliyor hem çocuğunun ameliyatı için yeterli parayı biriktirmek hemde Amerika bu ameliyatın yapılacağı tek yer olduğu için. Kendisini düşünmüyor bile, sadece oğlunun ameliyat masraflarını karşılamak için gece gündüz çalışıyor. Neredeyse kör olduğu halde kimseye bir şey belli etmiyor, ki onu işten kovmasınlar diye. Hatta göz muayenesinden önce harflerin sırasını bile ezberliyor. Oturduğu evin sahipleri bir polis ve karısı. Polis eşini mutlu etmek için çok uğraşıyor ama kadının yaptığı tek şey para harcamak. Bill'in parası bittiğinde ne yapacağını şaşırıp, Selam'nın parasını çalıyor. Asıl önemli olaylar bundan sonra başlıyor zaten. Selma parasını geri alıp, oğlunun ameliyat olmasını garantilemek için elinden geleni yapıyor, bu uğurda ölüm bile korkutmuyor onu.


"Müzikallerde kötü bir şey olmuyor" diyor Selma ve sıkıldığı, bunaldığı zaman kendi müzikaline kaçıyor, çevresinde duyduğu sesleri kullanarak. Müzikal denilemez filme ama dediğim gibi müzikal kısımlarıda var. Zaten filmin en beğendiğim bölümünü müzikal bir kısım olşturuyor. Jeff, Selma'ya "Göremiyorsun değil mi?" diye sorduktan sonra, Selma'nın "Görecek ne var ki" deyip 'I've Seen It All' u söylediği sahne hiç aklımdan çıkmıyor. Şarkının sözlerinin çok basit ama bir o kadar anlamlı olması, Bjork'un jest ve mimikleriyle birleşince inanılmaz olmuş. (Soundtrack'te Thom Yorke ile beraber söylemiş. O da güzel ama filmin etkisinden midir bilinmez, ben tek başına söylediği versiyonunu daha bi' beğendim.)

Bu filmde Bjork'ten başkası oynasaydı bu etkiyi yaratamazdı herhalde film. Bjork'ü hiç sevmem ama bu filmden sonra daha sıcağım kendisine karşı. Hoş, kendisinin oynabileceği tek rolün burdaki gibi bir rol olduğunu düşünüyorum, o ayrı. Lars Von Trier'in garip kamera tekniklerini seviyorum ben, filmi ilginç kılıyor. Bu filmde de eksik bırakmamış bizi onlardan. Diğer oyuncularda çok çok başarılı, özellikle Catherine Deneuve. Giriş müziği harika olmasına rağmen biraz durgun başlıyor film ama ipleri eline alınca hiç rahat bırakmıyor sizi. Öyle sulugöz biri değilimdir ama bu filmde neredeyse her dakika ağlayasım geldi. Filmin bazı sahnelerini ilk izleyişimden bu yana onlarca defa tekrar izledim. Son sahnede kapağı açtıklarında çıkan sesten o kadar etkilendim ki, her tekrar izleyişimde, o ses gelmeden kapatıyorum. Selma'nın son şarkıyı duymadan, sinemadan çıkması gibi bir şey olsa gerek bu da. Öyle böyle değil, çok etkileyici bir film. Lars Von Trier belki sadece bir anne'nin hikayesini anlatıyor gibi görünüyor ama altına sıkıştırdığı şeyler belki görünürdekinden daha önemli. İyi yazılmış, iyi oynanmış, iyi yönetilmiş. Hiçbir eksiği yok bence filmin, tam arşivlik.

I've Seen It All

i've seen it all, i have seen the trees,
i've seen the willow leaves dancing in the breeze
i've seen a friend killed by his best friend,
and lives that were over before they were spent.
i've seen what i was - i know what i'll be
i've seen it all - there is no more to see!
you haven't seen elephants, kings or peru!
i'm happy to say i had better to do
what about china? have you seen the great wall?
all walls are great, if the roof doesn't fall!
and the man you will marry?
the home you will share?
to be honest, i really don't care...
you've never been to niagara falls?
i have seen water, its water, that's all...
the eiffel tower, the empire state?
my pulse was as high on my very first date!
your grandson's hand as he plays with your hair?
to be honest, i really don't care...
i've seen it all, i've seen the dark
i've seen the brightness in one little spark.
i've seen what i chose and i've seen what i need,
and that is enough, to want more would be greed.
i've seen what i was and i know what i'll be
i've seen it all - there is no more to see!
you've seen it all and all you have seen
you can always review on your own little screen
the light and the dark, the big and the small
just keep in mind - you need no more at all
you've seen what you were and know what you'll be
you've seen it all - there is no more to see!

Read more...

3 Ekim 2009 Cumartesi

Inu to watashi no 10 no yakusoku / 10 Promises to My Dog


Sevmiyorum böyle filmleri ben. Saito'nun annesi hastalanınca öleceğini bildiği için ona bir köpek hediye ediyor(gibi) ve bu köpeğe karşı tutması gereken 10 söz belirliyor. Saito köpeği çok seviyor ve sözleri tutacağına yemin ediyor. Bu arada anne ölüyor ve köpek(Socks) ve Saito birbirleriyle çok fazla içli dışlı oluyorlar. E kız büyüyor, köpek büyüyor derken araları açılıyor biraz vs vs. Nereden bir şey bulsamda seyirciyi ağlatsam diye bas bas bağıran bir film. Her şeyini ağlatma üzerine koymuş olduğu için ben en başından kaybetti zaten ama öyle çirkin bir film değil, gayet eli yüzü düzgün. Birde Çağan Irmak çekseydi bu film kimbilir neler yapar, hüngür hüngür ağlatırdı milleti diye düşünmeden de edemiyorum.

Read more...

2 Ekim 2009 Cuma

27 Dresses


Arada sırada romantik komediler izleyesim geliyor, özellikle ev-okul vb. yerlerdeki işlerin yoğunlaştığı zamanlarda. Güzelini bulmak biraz zor olduğundan pek sık olmuyor ne yazık ki. Bu tarz filmlerin en başarılı oyuncularından biri bence Katherine Heigl. Hem çok yetenekli hemde çok samimi gelen bir güzelliği var(Evet, samimi güzellik). Yönetmenliğini Anne Fletcher yapmış, ki kendisi yönetmenlik işine gireli daha çok olmamasına rağmen büyük isimlerle çalışmış, tutan ve güzel işler yapmış.(Bkz. The Proposal). James Marsden. Malin Akerman gibi oyuncularda Katherine Heigl'e eşlik ediyorlar.


Jane küçük bir kızken katıldığı bir düğünden sonra nedimelik işine kafayı takmış. O yüzden doğru düzgün tanımadığı insanların düğünlerinin neredeyse tamamını o organize ediyor. Tabi bu arada kendi düğününde damat olarak görmek istediği kişi ise patronu George. Jane'in ultra sorumsuz, hoppa kardeşi Tess, George'la karşılaşıp, tavlayınca iki kardeş arası açılmaya başlıyor. Tess'in George'a iyi görünmek uğruna attığı yalanları duydukça Jane'in öfkesi daha da artar. Düğünden düğüne koşturan Jane, bir seferinde gazetede düğünler hakkında yazılar yazan Kevin ile tanışır. Bu ikili ilk olarak birbirlerinden hoşlanmamış gibi gözüksede, bu durum pek uzun sürmez. Filmde Jane'in kardesi Tess'e nasıl tahahmmül ettiğini anlatıyor bir nevi.


Filmin adı '27 Dresses', Jane'in nedime olarak katıldığı 27 düğünden arta kalan 27 elbiseden geliyor. Türkçe'ye ise 'Benimle Evlenir misin?' gibi ustaca çevrilmiş. Seyircinin 'Benimle Evlenir misin?' adlı bir filmi '27 Elbise' adlı bir filme tercih edeceğini düşünmüş olsalar gerek. Senaryo açısından benzerlerinden pek bir farkı yok, belirli aşk üçgenlerinde biraz dolaştıktan sonra mutlu sonla bitiyor film. Katherine Heigl'in performansını beğendim. Suratına bakınca zaten bu filmdeki karakterine benzetiyorum ben. Çok çok iyi bir film değil ama güzel zaman geçirmek için tavsiye edilir.

Not: Belki biraz kız filmi denilebilir.

Read more...

  © Blogger templates ProBlogger Template by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP