26 Mayıs 2010 Çarşamba

Glee - Brittany / 2




Brittany: You look terrible. I look awesome.

Annoying Orange : It's funny because it's true

Read more...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kısa kısa - Linkereoever - Chloe - Requiem


Requiem

Hans-Christian Schmid kesinlikle takip edilmesi gereken yönetmenlerden. Imdb'ye bakarak bile bunu söylemek mümkün. Alman sinemasına olan merakımı arttıran adamlardan birisi. Karakteri ele alışı çok mükemmel. Gerçek bir hikayeyi daha ne kadar iyi senaryolaştırabilirlerdi bilmiyorum. Filmin içeriğinden dolayı gelen dehşetle birlikte hayran hayran izledim filmi. En kısa zamanda bütün filmleri izlenecekler listesinde artık.

Chloe

Akbank galası olmasa festivalde izlemeyi düşünüyordum ama daha fazla para vermek istememiştim. Kadrosundaki Amanda Seyfried'in neden bu aralar bu kadar popüler olduğu sorusunu bir daha aklıma getirdi. Film neredeyse onun performansına bakıyor ama o istenileni veremiyor maalesef. Konusu çok orjinal gelmese de gayet ilgi çekici, kadrosunda Julianne Moore, Liam Neeson gibi isimler varken ortaya çıkan iş ortalamanın biraz üstü.

Linkeroever

Avrupa'dan çıkmış eli yüzü düzgün bir korku filmi. Aslında tam korku filmi değil ama o yönüde var. Belçika'da hangi dili konuştuklarını bir türlü çözemedim ayrıca. Bazen ingilizce, bazen almanca duydum bazen de fransızca duydum sandım. Bu Flemence ortaya karışık bir dil herhalde. Hakkındaki uzun yazım şurda

Read more...

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Glee - Dream On

Read more...

11 Mayıs 2010 Salı

The Big Bang Theory - Bazinga

Read more...

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Snijeg / Snow


Son zamanlarda Bosna’da çekilen nadir filmlerden biri “Snijeg”. Film daha önce iki kısa filmi bulunan Aida Begic’in ilk uzun metraj denemesi. Senaryo yazımında pek küçük sayılamayacak bir grupla beraber çalışmış. Kendisi şehirde büyüdüğü ve köyde oturan yakın akrabası olmadığından, film için çok fazla araştırma yapmış ve güzel bir senaryo için beş kişilik bir ekip oluşturmuş. Filmde birçok önemli karakter var; ama tam anlamıyla başrol diyebileceğimiz tek karakter olan Alma’yı Zara Marjanovic canlandırıyor. Tam bir festival filmi olarak adlandırılabilir. İlk olarak Cannes Eleştirmenler Haftası’nda gösterilip büyük ödülü aldıktan sonra, neredeyse gösterilmediği önemli festival kalmamış filmin. Toronto, Berlin, Varşova bunlardan sadece birkaçı.


94-95 yılında Bosna’da yaşanan savaştan yaklaşık 2 yıl sonrasından başlıyor anlatmaya yönetmen. Savaşta bütün genç erkekleri öldürülen bir Bosna köyündeki, kadınların mücadelelerini, savaşın arkasında bıraktığı etkileri sunuyor önümüze. Köyde sadece iki erkek kalmış. Birisi korktuğu zaman saçı uzayan bir çocuk, diğeri ise köyün tek yetişkin erkeği olan yaşlı bir dede. Kadınlar reçel, turşu ve benzeri konserveler yapıp satarak geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar; ama bu pek de mümkün olmuyor, çünkü yakın çevrede onların ürünlerini alabilecek pek fazla insan yok. Ana yola satışa çıktıkları bir gün, ürünlerine çarpan tırın şoförü Hamza, birkaç gün sonra tekrar gelip mallarını dağıtma sözünü verince tekrar ümitleniyorlar. Sadece Alma’nın üzerine yoğunlaşmıyor film, diğer yandan köyün diğer kadınlarının daha cesetlerini bile göremedikleri kocalarının / babalarının / çocuklarının acılarıyla nasıl baş etmeye çalıştıklarını da anlatıyor. Köyün bu yarı ümitli – yarı huzurlu hali köyü satın almak için gelen kişiler tarafından bozuluyor. Kimisi teklif edilen ciddi miktarda parayı almayı düşünürken, kimisi köyünü terk etmemekte ısrar ediyor.

Karakter oluşturmakla ve köyü tanıtmakla geçen ilk sakin yarım saatin ardından, köye gelen emlakçılarla birlikte daha gergin bir ortam oluşturuyor film ve ikisini de çok iyi başarıyor. Her karakter için ayrı renkler seçilmiş. En göze batanı ise Alma’nın rengi olan mavi. Özellikle birkaç kez tekrarlanan abdest alma sahnesindeki mavi renk cidden göz alıcı. Çoğunlukla kapalı ya da dar ortamlarda geçiyor film, bu durum kamera açıları açısından çok fazla çeşitlilik sağlamıyor; ama daha önce bahsettiğim abdest sahnesindeki kamera kullanımı ve yakalanan renk uyumu yönetmenin yeteneğini gözler önüne seriyor. Yönetmenin filmdeki en büyük başarısı ise oyuncu yönetimi. Filmde sırıtan oyunculuk hiç yok. Her karakter için özel olarak çalışıldığı ve üzerine çok düşüldüğü çok belli. Özellikle ana karakter Alma, filmi performansıyla sırtlıyor diyebiliriz. İçten içe bir şeylere güvenmek isteyen, korkan; ama bunu kesinlikle belli etmeyen birini daha iyi canlandıramazdı herhalde. Karakterler gerçek hayattan esinlenerek yaratılmış. Örneğin korktuğu zaman saçları uzayan çocuğun hikâyesini şöyle anlatıyor yönetmen.

“Savaşı başından beri yaşayan bir arkadaşım vardı. Çok küçükken saçları uzundu ve bir kız gibi gözüküyordu. Kız gibi gözükmesi onun hayatını kurtardı; ama babasının ölümünü izlemek zorunda kaldı. Bu olay korktuğu zaman saçı uzayan ve böylelikle kamufle olan bir cinayet tanığı yaratmamda etkili oldu.”


Karakterlerin çok gerçek ve inandırıcı olması, filmin insan üzerinde bıraktığı etkiyi daha da derinleştiriyor. Yönetmenin olaylara ve karakterlere uzaktan bakışı ve filmi sadece bir cesaret hikâyesi, sadece yaşadıkları onca şeye rağmen hala dimdik ayakta kalan kadınların filmi yapmayışı, filmi benim gözümde daha da yüksek bir yere koydu. Hem Bosna’da kalanların yaşadıklarını görmek hem de her açıdan oldukça başarılı bir film izlemek isteyenler için harika bir seçim “Snijeg / Snow”.

Read more...

7 Mayıs 2010 Cuma

Glee - Brittany

Read more...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Özlem Tekin - Sen Anla



Ben üzülmem, sen ağla
Dert dinlemem, anlat orda burda
Çoktan ayrılmışız aslında
Ben söylemem, sen anla

Böyle Özlem Tekin sözlerini daha çok görmek istiyorum. Başı dik, lafı dolandırmadan anlatan şarkılar....

Read more...

2 Mayıs 2010 Pazar

Trucker

Geçen senenin en görmezden gelinen filmlerinden biri bence ‘Trucker’. Bağımsız sinemanın geride bıraktığımız senedeki ‘Frozen River’ı olmaya aday filmiydi ama ‘Frozen River’ın yakaladığı başarıyı ne yazık ki yakalayamadı. Birçok açıdan benzerlikler kurulabilir iki film arasında. Evin erkeği rolünü üstlenmiş kadınlar, anne-çocuk ilişkisi ve bağımsız olmaları gibi. Böyle anlatınca, sanki ödül almak için, bir formül kullanılarak yapılmış bir film olarak görünüyor ama bana kalırsa hiçte öyle değil. Filmin hem senaristi hem yönetmeni olan James Mottern’in ilk uzun metraj denemesi ve bir ilk film için çok iyi bir iş çıkarmış. Mottern’in yaptığı ilk doğru iş oyuncu kadrosunu doğru seçmek olmuş, özelikle başrol oyuncularını. Daha önce ‘Kiss Kiss Bang Bang’, ‘Gone Baby Gone’ ‘Mission: Impossible 3’ gibi filmlerde hep yardımcı rollerde ama iyi performanslarına tanık olduğumuz Michelle Monaghan bu sefer başrolü kapmış. Onun çocuğu rolünde ise bu aralar çok popüler olan Jimmy Bennett’i (Orphan, Star Trek) izliyoruz. Yardımcı rollerde de Nathan Fillion, Benjamin Bratt gibi isimler var.


Bir motel odasında açılıyor film, genelde bir erkeğin sahip olabileceği eşyaları görüyoruz ve ardından sevişen bir çift. Bu kez, işleri bittikten sonra eşyalarını toplayıp giden taraf kadın oluyor. Bu kadın ( Diane) bağlanmaktan korkan, bir kadından çok erkek gibi hareket eden bir kamyon şoförü. Yaptığı işe devam edebilmesi içinde böyle olması gerekiyor. 10 sene önce çocuğu daha bebekken, eşini ve çocuğunu bırakıp, istediği bağımsız hayatı yaşamaya başlamış ve bu 10 sene içinde çocuğunu hiç görmemiş. Eski kocası bağırsak kanseri olup, kocasının sevgilisinin ailevi nedenlerden dolayı Peter’a bakamayacağı için, Peter belirli bir süre annesiyle beraber yaşamak zorunda kalıyor. Bu durum hem Diane hem Peter için pek hoş bir durum olmuyor tabi ki. Diane işi ve kişiliği gereği bu durumdan rahatsız oluyor. Peter ise 10 sene boyunca kendisini görmemiş annesiyle olmaktan pek memnun değil doğal olarak. İkisi de keçiden beter derecede inatçı olan bu iki kişinin birbirine alışması ve birlikte yaşamayı öğrenmelerini anlatıyor film. Birbirleriyle geçirdikleri bu inişli, çıkışlı halleri izliyoruz. Diane’nin en yakın ve tek arkadaşı olan Runner’ın arada sırada kadraja girmesiyle daha eğlenceli bir filme dönüşüyor. Filmin en vurdum duymaz insanı gibi görünüyor Runner ama filmin en mantıklı, anlamlı sözleri hep onun ağzından ya da onun bulunduğu sahnelerde çıkıyor.

Filmin konusunu düşününce, insanın aklına duygu sömürüsü yapan, durup durup ağlatan bir film gelebilir ama bundan özellikle kaçınıyor Mottern. Özellikle bittiği sahne bunun çok büyük bir göstergesi. Mottern’in başarılı olduğu bir diğer şey ise karakter oluşturmak ve oyuncu yönetimi. Bütün karakterler empati kurabileceğimiz türden, açık kişiler. Hiçbir hareketlerine “E bunu niye yaptı şimdi?” diyemiyoruz. Bütün hareketlerinin nedenleri açık, ve bunları bizim anlamamız sağlanmış. Oyunculuklar ise filmin en büyük artısı bana kalırsa. Michelle Monaghan kesinlikle ödüllere layık bir performans koyuyor ortaya. Benim filmi bulup, izlemem de kendisinin aldığı bir ödüle dayanıyor zaten. İmdb’nin hazırladığı Oscar’a hazırlık kapsamında hangi ‘Film Critics Society’ kime ödül vermiş listesinde görüp, merak ettim filmi. En azından bir Oscar adaylığı verilmeliydi kendisine diye düşünüyorum ayrıca. Jimmy Bennett de ‘ağzına iki tane çakılacak çocuk’ rolünde güzel oynuyor denilebilir. Diğer yardımcı oyuncular ise kendilerinden istenileni veriyorlar sadece ama bu yeterli oluyor kesinlikle. Filmin tek eksiği ise karakterler arasındaki geçmişi biraz eksik tutması. Özellikle Runner ve Diane’in geçmişi üzerine biraz daha durulmalıydı gibi geliyor bana. Filmin genelinde toprak tonları kullanılmış, ve hafiften yol filmi sayılabilecek bu filme yakışmış bu tonlar. Sözün özü birbirlerine karşı olan inatlarını kırmamaya çalışan anne ve oğul’un hikayesini anlatıyor film. Ki bu inadın, Diane’nin çocuğuna ‘hey’ ve ‘kid’ diye seslenmesinden, Peter’ın da annesine bir kere bile ‘anne’ dememesinden ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir. Bağımsız filmler sevenlerin hoşuna gideceğini düşünüyorum, en azından sadece Michelle Monaghan’ın hatrına bile izlenebilir.


Read more...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

The Office - Kelly

Read more...

  © Blogger templates ProBlogger Template by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP